1 Aralık 2012 Cumartesi

Suriye’den Ne İstiyorlar

Finian Cunnigham


“Caramana’dan ne isterler? Kasaba Suriye’nin her tarafından insanları bir araya getirir ve herkese hoş geldiniz der.” Bunlar bu hafta çeşitli ölümcül patlamalar sebebiyle harap olan Suriye’deki Caramana kasabasının aklı başından gitmiş sakinlerinden birisinin acı dolu sözleriydi.


Toplam ölü sayısı henüz doğrulanmadı. Patlama hakkındaki ilk haberler 34 kişinin öldürüldüğünü söylüyordu. Daha sonra toplam sayı 50’nin üzerine çıktı ve çoğu kritik olmak üzere 120 yaralı vardı. Kurbanların hepsi sivillerdi.


Geçen 20 ayda Suriye başkent Şam ve diğer şehirler ile ülke boyunca sayısız köyde düzinelerce katliama ve korkunç araba bombalamalarına şahit oldu. Ama başkentin yakınında yer alan Caramana’daki en son canavarlık Orta Doğu’ya karşı daha geniş stratejilerinde suçluların Makyavelist mantıklarını çok açık biçimde göstermesi sebebiyle diğerlerinden ayrılabilir.


Yukarıdaki olayda saldırıdan şok olmuş kasaba sakinin söylediği gibi, Caramana Suriye toplumunun çoğulcu tabiatının bir örneği olarak görülebilir, “Herkes hoş geldi”. Kasaba özellikle yüzyıllar boyunca barış içinde birlikte yaşamış Hıristiyan ve Dürzü Müslüman nüfusuyla biliniyor. Bu nüfus Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın Suriye hükümetinin geniş çaplı destekçilerindendir de.


Bu Çarşamba sabahı, işçiler, anneler ve okul çocukları günlük hayatlarını sürdürürlerken iki büyük ani patlama Caramana’nın merkezini kasıp kavurdu. İkincisi, olayın şahitleri yaralılara yardım etmek için akın ettiklerinde, birincisinden birkaç dakika sonra patladı. Suçluların iğrenç hesapları azami derecede öldürme ve acı çektirmeydi.


“Caramana’dan ne istiyorlar?” Cevap kasaba sakininin sorunun ardından gelen sözleriyle açığa çıkıyor: “Kasaba Suriye’nin her yerinden insanları bir araya getirir ve herkese hoş geldin der.”


Batılı medyanın “demokrasi yanlısı ayaklanma” olarak ilan ettiği Suriye’deki terörist savaş, birlikte yaşamaya açıkça muhalefeti amaçlıyor. Teröristlerin isteği ülkenin tolerans ruhunu koparmak ve halkını her iki taraf için de öldürücü olan nefret dolu mezhepçilik kan banyosuna batırmaktır.


Caramana’nın hedeflenmesi acımasız hesabın böylesi bir kan banyosuna ulaşması kastıyladır. Kasaba geçen aylarda birkaç benzer ama daha az ölümcül bombalamalara maruz kaldı. 20 Ekim’de bir bombalı araba saldırısı 11 kişiyi öldürdü.


Caramana’da askeri kurumlar veya devlet güvenlik kurumları yok. Belirtildiği gibi, burası farklı dinlere ve kültürlere karşı toleransıyla bilinen sivil bir bölgedir. Ama teröristler ve onların şeytani zihinleri için bu medeni hassasiyet Caramana’yı ilk hedef yaptı.


Suriye’deki silahlı militanlar Sünni, Şii, Alevi, Dürzi, Hıristiyan, Yahudi ve inançsızların birlikte yaşamasını çılgınca bağnaz ideolojilerine bir lanet olarak gören Vahhabi veya Selefi eğilimli Sünni aşırılar tarafından sevk ediliyorlar.


Suriye’deki silahlı gruplarda yer alan diğer unsular basitçe “paralı asker”  olarak görünecektir, özel dini endişeleri olmayan suçlu fırsatçılar ve paralı askerler.


Yine de, birlikte ele alındığında, tüm bu farklı militan grupları tek bir suç amacı birleştiriyor: Suriye’yi acımasızca ve umursamazca mahvetmek.


Seküler çoğulculuktan etkilenen mevcut haliyle Suriye toplumu bu aşırılık yanlısı ve suçlu fırsatçılar tarafından her ne pahasına olursa olsun yok edilmelidir. Suriye’ye sabotajın en etkili yolu mezhepçi kan banyosunu salıvermek ve toplumları birbirlerine boğazlatmaktır. Bu merkezi hükümetin çöküşüne dair bir güvensizliğe ve toplumun parçalanarak mezheplere ayrıştırılmasına yol açacaktır. Bu planlanmış şiddet, kaos ve korku ortamında Suriye, bu onurlu, tarihi ülkeyi bastırmak isteyenlerden merhamet dileyecektir.


Bu düşmanlar iyi biliniyorlar. Batılı hükümetler onu Orta Doğu’daki Batılı emperyalizm ve Siyonizm’e halk direnişinin stratejik bir engeli olarak gördüklerinden bıçaklarını uzun yıllardır Suriye için çektiler. Suudi Arabistan, Katar, Türkiye ve en sonunda Muhammed Mursi yönetimindeki Mısır’ın Sünni rejimleri İran’ın bölgesel nüfuzunu baltalama arzusuyla Suriye’yi kendi kamplarına bağlanmış olarak görmek istiyorlar.


Suudi Arabistan otokratları İran, Suriye ve Lübnan Hizbullah’ı tarafından temsil ediliyor gibi kıskançlıkla algıladıkları Şii Hilali’ni yenmeye özellikle kafayı takıyorlar. İran’ı izolasyona zorlama ve İslam Cumhuriyeti’ne karşı topyekûn askeri saldırı gündemlerinin her ikisi bir noktada birleşiyor.


Suriye bu yüzden Batı ve onun bölgesel müttefikleri için can alıcı jeopolitik bir ödüldür. Batılı hükümetler ve onların işbirlikçi medya avukatları tarafından dile getirilen demokratik reformların savunuculuğu elbette suçlu emperyalist ajandaları için alaycı bir örtüdür. Özellikle bu gülünç yalan Batı’nın yeryüzünün en baskıcı diktatör rejimleriyle –Fars Körfezi monarşileri-  danışıklı bir biçimde Suriye’yi “özgürleştirmek”  istemesiyle açığa çıkıyor.


Yine, eğer Suudi Arabistan ve Katar Suriye’deki Arap Müslüman kardeşlerinin iyiliğiyle çok ilgileniyorlarsa, niçin bu sözde kahraman monarklar Gazze’nin kuşatılmış Filistinli halkına yardım etmek için silahlar ve savaşçılar göndermiyorlar?


Suriye ödülünün ölçüsü cinayet boyutundadır ki, Suriye’nin düşmanları gidip ülkeyi mahvetmek ve kendi tarzlarında bir rejim yerleştirmek istiyorlar.


Hula ve Kubeyr gibi köylerdeki ailelerin ve çocukların katliamları; soğukkanlılıkla katledilen sivillerin katillerinin önünde diz çökmeye zorlanması ve bu hafta Caramana’da görüldüğü gibi sivillerin duyarsızca bombalanması Batılı hükümetlerin ve müttefiklerinin on yıllardır her yerde mükemmelce yaptıkları terör teknikleridir. Amerikalılar bu gibi şeytanca sistemli terörizmi Orta Amerika’da; Fransızlar Kuzey Afrika’da ve İngilizler Doğu Afrika ve çok daha yakın zamanlarda Kuzey İrlanda’da kullandılar.


Suriye olabilecek bütün canice saldırıların en kötüsüne şahit oluyor – Batılı devlet terörizminin değişim ve birleşimi akılsız Arap despotların petro-dolarlarıyla dolduruldu.


Bu iğrençliğe ilaveten, Suriye’deki suçların birçoğu failler tarafından filme alındı ve akabinde hükümet kuvvetlerinin eylemleri iddiasıyla yayımlandı. Bir örnek, kendi savaş suçlarını gülerek filme alan Halep’teki paralı askerler tarafından bir caminin patlatılıp yıkılmasıydı.


Batılı medya failin Suriye ulusal ordusu olduğunu iddia etti, daha sonra ortaya çıktı ki, bunlar sözde Özgür Suriye Ordusu üyeleriydiler.


Yakın zamanda Suriye silahlı kuvvetlerinin çocukları öldürmek için misket bombası kullandığı iddiası bilinen Batı medyasında öne çıkıyor. Ama Batı destekli paralı askerlerin ve Batılı propaganda makinesinin bilinen geçmiş performansı, şüphenin ağırlığı, onları kesinlikle yalanlıyor.


Caramana’da çok sayıda masumun öldürülmesinden sonra saatler içinde New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Suriye hükümetini “insan hakları ihlallerini yaygınlaştırmak” sebebiyle kınayan bir bildiri taslağı hazırladı.


Kınama Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye tarafından birlikte destekleniyordu, yani Batılı devlet terörizminin Suriye halkını kan banyosuna daldıran birçok sponsoru tarafından. Bir kuruluş olarak Birleşmiş Milletler sadece değersiz bir propaganda aracı değildir, bilakis o, masumların kanını sıçratan bir propaganda aracıdır.


Finian Cunnigham


1963 doğumlu yazar aslen Belfast, İrlandalıdır. Uluslararası ilişkiler alanında meşhur bir uzmandır.  Yazar Batı destekli rejim tarafından işlenen insan hakları ihlallerine ışık tuttuğu için Haziran 2011’de Bahreyn’den sınır dışı edilmiştir. Gazetecilik kariyerinden evvel Cambridge, İngiltere’de bulunan Kraliyet Kimya Topluluğu için bilim editörü olarak çalışan yazar aynı zamanda müzisyen ve söz yazarıdır. Yazar uzun yıllar The Mirror, Irish Times ve Independent gibi anaakım medyada editör ve yazar olarak görev yapmıştır. Şu an Doğu Afrika ile ilgilenen yazar Bahreyn ve Arap Baharı’na ilişkin bir kitap yazmaktadır. Bandung Radio’da güncel olaylara dair haftalık bir program yapmaya da devam etmektedir.

Gürkan Biçen tarafından İngilizceden tercüme edilen bu makale www.medyasafak.com sitesinde yayımlanmıştır.

Türkiye Lanetli Yolda

Suların arasındaki kayalıklardan yükselen Kız Kulesi, aşırı yüklü kargo gemileri, yolcu gemileri, gezinti tekneleri ve turistlerle dolu istim çeken vapurlar; onlar karadaki dağ gibi camilere benzer şekilde Boğaziçi’ne kendi yollarını açıyorlar. Bu devasa, Tanrı yapımı nehir Akdeniz ile Karadeniz arasında akıyor. Yeni Roma’yı inşa eden Roma İmparatoru Constantin’in günlerinden bu yana Avrupa ve Asya’ya kurulan bu şehir bütün zamanlarda insanlığın en harika başkentlerinden birisidir. O, bin yıl evvel de yeryüzünün en kalabalık şehriydi, bu gün de muazzam büyüklüktedir. Şehirde on beş milyon kişi yaşıyor, her yıl yirmi milyon kişi de şehri ziyaret ediyor. Kudüs, Roma, Babil, Moskova ve Londra’nın gerçek İmparatorluğun, bu şehrin yanlış yere koyulan görüntüleri olduğunu ileri süren tanrıtanımaz Rus tarihçi Anatol Fomenko’nun tuhaf vizyonu onun azametini açıklar.

Büyüklüğü ve tarihine rağmen bu şehir atik ve canlı bir barış içindedir, ağırbaşlı bir şekilde bile olsa. Şehir, yoğun noktaların uzağında kalabalık hissi vermiyor. Yeşillendirme düzenli bir şekilde işlenmiş, geçmiş yılların iğrenç bitpazarları kaldırılmış; eski binalar makyajlanmış, harabe saraylar masraftan kaçılmaksızın onarılıyor. Boğaziçi de temizdi ve daha önce hiç olmadığı gibi kanalizasyon onun içine akmıyordu. Şehri modern ücretsiz yollar çevreleyip kıyılarından geçiyor ama tarihi bölgeleri riske atmıyor.

Eski hilafet merkezi ve İslamcı hükümetin ülkesi şehir, modernite ve inanç arasında iyi bir uyum yakalamış. Dini okullar çok ve eğitimli kişiler teoloji tartışıp Aquinalı ve Palamas ile İbni Arabi ve İbni Tufeyl’i kıyaslıyorlar. Kafe müşterileri içeceklerini yudumlarken, müezzinler rahatsız etmeksizin uyumlu bir şekilde ezan okuyorlar. Kızlar başörtüsü veya mini etek giymekte serbestler ve onlar ikisini de deniyorlar.

Daha da önemlisi, hükümet sınırsız pazar ekonomilerine katılmıyor ve komşularının neoliberal aşırılıklarına izin vermiyor. Belediyelerin sahip olduğu birçok kafe var, özellikle parklarda, fiyatlar kabul edilebilir düzeyde ve giriş ücrete tabi değil. Alkol hizmeti vermiyorlar ve çocuklu aileler için cazipler. Şehir merkezinde kiralar kitabevlerine ayakta kalma ve gelişme izin verecek kadar düşük. Her yerde olduğu gibi Türkiye’de de küresel kriz hissediliyor ama burada maaşlı sınıflar kendilerine düzenli ödemede bulunulursa fakir de olsalar mülk edinebiliyorlar. Fiyatlar kontrol altında tutuluyor, ani yükselmeler önleniyor. Lüks tüketim önerilmiyor. Zenginler zengin ve fakirler de fakir ama zenginler gösteriş budalası değil ve fakirler de umutsuz değil.

İnsanlar ılımlı, yardımsever; saldırgan değil. Geceyarısı Ekspresi’nin Türkiyesi’nden dağlar kadar farklı. Onurlu ve açık sözlü olmayı tercih ediyorlar ve kendileri için şov yapmıyorlar. Çok sanatçı ruhlu değiller ve mutfakları İngiliz mutfağıyla kıyaslanabilir. Eğer o büyük bir iltifat değilse, imparatorluk kurucuları olmak anlamsızdır ve bu gibi halklar genellikle çok açgözlü değildirler. Fransızlar daha iyi yediler ve onların kadınları imparatorluklarının sonunu getirmeye daha hevesli görünüyordu.

Avrupa dışındaki başka örneklerde olduğu gibi, İstanbul ülkedeki refahın tek vahası değil. Türkiye’yi gezdim ve geçmiş on yılın modernizasyonunu gördüm. Yollar düzgün, evler iyi onarılmış, marketler dolu, insanlar iyi giyimli, şehirler ne donuk ne de caf caflı ama yavaşça güne uyarlanır halde. Bu, Başbakan Erdoğan liderliğindeki ılımlı İslamcı hükümetin büyük bir başarısıdır.

Türkiye 1960 ve 70’li yıllarda olduğu gibi artık bir basket sepeti değildir. Almanya’da, babalarının kırk yıl evvel ülkelerini terk edip Avrupa’ya gelmekle düşüncesizce bir karar aldıklarını söyleyen bazı Türk göçmenlerle buluşmuştum. Onlar, Avrupa’da büyüdükleri için yeni bir çevre kurmak ve bir iş bulmak zor bile olsa Türkiye’ye geri dönmek istiyorlar. Ne olursa olsun, Türkiye dışına büyük bir göç yok; milyonlarca Türk’ün Avrupa’ya gideceği kâbusu yok oldu. Onlar ülkelerinde kalmayı tercih ediyorlar ve Türkler kendi ülkeleriyle çok gurur duyuyorlar.

Erdoğan halk arasında popülerdir. İnsanlar bana onun gerçek bir karizma sahibi olduğunu söylüyorlar. O, hasımlarını yendi ve onun liderlik pozisyonu tartışmasızdır. Bu gibi iyi sebeplerle, Türkiye ona kibarca teşekkür ediyor. Ülkenin gelirleri ikiye ve milli hasıla üçe katladı. Erdoğan hükümeti Türkiye’de iyi bir iş çıkardığı için kendisini gerçekten tebrik edebilir.

II

Türkler 1920’lerdeki büyük sürgün ve ülke dışına çıkarmalar gibi Dönüşüm’ün devasa sarsıntılarının üstesinden geldiler. Şehrin (İstanbul’un) Rumları Yunanistan’a gönderilmeseler bile, Yunanistan Müslümanları Türkiye’ye gönderilirken, Türkiye’nin hemen hemen bütün Hıristiyan toplumları Yunanistan’a gönderiliyordu: Birbirine sıkı sıkıya bağlı iki toplumun şiddetli ve acı dolu ayrılığı. Bütün ayrılıklarda olduğu gibi, ayrılan taraflar –çalışkan kadın ve güçlü koca- yeni durumlarına adapte olmak için yıllar harcadılar.

Rumlar çok açı çektiler. Onlar İmparatorluğun her yanına dağılmış ve merkezi mevkileri işgal etmişlerdi. Bazı Türk tarihçiler Osmanlı yönetimini “Türk – Rum İmparatorluğu” olarak anmayı tercih ederler. Rumlar Osmanlı’nın Büyük Vezirleri idiler; İskenderun’dan İzmir’e oradan İstanbul’a kadar Akdeniz’i yönettiler; tıpkı Birinci Roma hükümdarlığı altında olduğu gibi İkinci Roma günlerinde de ticaret yaptılar, şiirler yazdılar. Sonra birden bire kendilerine güçlükle yer bulabildikleri küçük ve dar kafalı Yunanistan’a dolduruldular. İskenderiyeli şair Kavafis küçük Atina’nın kaybettikleri sahil şehirlerinin yerine asla geçemeyeceğini kuvvetle vurguladı. Bugünkü Yunanistan krizi tarihin bu parçası olmaksızın anlaşılamaz.

Türkler de acı çektiler. Geleneksel olarak onlar orduda hizmet ediyorlardı ve toprakla uğraşıyorlardı. Rumlar olmadığında ticaret ve zanaat inişe geçti, askerileşme baş üstü edildi, yiyecek azlığı yaygındı, kültürleri sanki Rumlarla birlikte ayrılmış gibi hayat donuk ve kabaydı. Ancak şimdi, yıllar sonra Türkler iyileşmeyi başardılar ve iyileştiler.

Erdoğan’ın hükümeti Hıristiyan topluluklar için iyidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin daha evvelki Kemalist hükümetleri daha çok milliyetçi ve İslam karşıtı olsalar bile acımasızca Hıristiyan karşıtıydı. Kalan kiliselerin tamirini yasaklamışlardı; rahipler yurtdışından getirilemezdi. Şimdi kilise mülkleri tamir ediliyor, vakıflar iade edildi, rahiplerin gelmesine, kalmasına ve Türk vatandaşlığına geçmesine izin veriliyor.

İslamcı hükümet 1950 karışıklıkları ve katliamları sonrasında ülkeyi terk eden Rumlara ve Ermenilere dönme, mallarını yeniden edinme ve Türkiye’ye yeniden yerleşme izni verdi. Daha evvel Yunanistan ile birlik fikrini düşünmeye başlamak hayal bile edilemezdi.

Sadece Türkler güzel Hellaların (Rum kızlarının) taliplisi değiller: Ruslar da onu, Batı tarafından terk edilmiş Hıristiyan kız kardeşlerini Avro-Asya Birliklerinin içine almak istiyorlar. Bunu Belarus, Rusya ve Kazakistan’ın yer aldığı birliğin koordinatörü Sergey Glaziev yakın zaman evvel üst düzey Rusların, Asyalıların ve Batı muhaliflerinin toplandığı Rhodes Forum’da ilan etti. Teklifler karşılıklı nezakete has değildir: Herhangi birisi onların üçlü ilişkisini Yeni Bizans İmparatorluğunu diriltmek olarak hayal edebilir. Kısmen Müslüman ve Türk Kazakistan Türkiye’nin eski bir dostudur, öyleyse böyle bir ittifak makuldür. Frau Merkel ile işler biraz daha kötüye gitti ve bu olacak.

Yunanistan’da, İmparatorluğun yeniden evrilmesi de devam ediyor. Orada da geçmişi yeniden değerlendirmeye, iki tarafın avantajlarının farkında olmaya ve dikkatlice ilerlemeye çağıran sesler var. Dimitri Kitsikis bu seslerden birisi ve Atina’yı ziyaret ettiğimde onların bir çoğunu işittim. Etkileşim gerçeklikleri de sınırlandırmıyor. Geçen Pazar, İstanbul’un kıyısındaki mütevazı bir Rum kilisesini ziyaret ettim ve yakın zaman evvel Yunanistan’dan gelen ve Türkçeyi zaten bilen genç bir rahip ile görüştüm ve daha da ilginci, Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmiş ve hizmet ile meşgul olan birkaç etnik Türk ile karşılaştım. Taraflar Tanrı’nın Sözlerini Türkçe okurken yardımsever ve hoşgörülü bir şekilde gülümsüyorlardı.

III

Ve onlar bütün bu başarıları yok etme, boşa harcama ve boşa akmasına izin vermeye niyetliler. Türk hükümetinin Suriye planından bahsediyorum. Eğer askerlerini Şam’a gönderecek olurlarsa bu yeterince kötü olacak. Bu Viyana ve Tirol Almanlar, Kiev ve Riga Ruslar için ne kadar geçmişlerine ait ise Şam ve Halep de Türklerin geçmişine ait olduğundan yanlış fakat anlaşılabilir olacak. Ama onlar daha da kötüsünü yapıyorlar.

Türkler Pakistanlılar tarafından oynanan Afgan senaryosunu tekrarlıyorlar: Onlar bütün İslam dünyasından aşırı fanatik militanları getirip onlara silah sağladılar ve onları kendi askeri korumaları altında Suriye sınırından sızdırdılar.

El Kaide ve Taliban cihatçılarının Pakistan’daki Kuzey Veziristan’dan Türkiye ile Suriye sınırına uçurulduklarına dair haberler var. Misalen, Türk Havayollarının 709 sefer sayılı Airbus uçağı 10 Eylül’de Türk istihbaratının gözetiminde Karaçi – İstanbul rotasında uçtu. Veziristan’da kalan Suudi Arabistan, Kuveyt, Yemen, Pakistan, Afganistan ve başkaca Araplardan oluşan bir 93 kişilik bir grup getirildi. Bu haber bağımsız kaynaklarca kontrol edilemedi ama yabancı cihatçıların Türkiye üzerinden Suriye’ye geçtiklerine dair birçok haber mevcut. 

Bu, kesinlikle, Pakistan’ın 1980’lerde Amerika Birleşik Devletleri kılavuzluğunda yaptığı şeydir. Afganistan seküler bir hükümete sahipti, kadınlar öğretmen olarak çalışıyorlardı, üniversiteler doluydu, fabrikalar inşa ediliyordu ve afyon tanınmıyordu. Pakistan da iyi durumdaydı. Birkaç yıl sonra Afganistan bir iç savaşa sürüklendi (tanrısız komünistlerle savaş kılıfında) ve Pakistan bu laneti izledi. Afganistan yıkıldıktan sonra, savaşçılar Pakistanlı ev sahiplerini terörize etmeye başladılar. Şimdi Pakistan dünyanın en acınası ülkelerinden birisidir. O, alıp beslediği akılsız cihadizm hastalığı tarafından tüketiliyor.

Bu ideolojik hastalık biyolojik savaşa benzer. Komşularınızın sizin gönderdiğiniz hastalıklarla bozulacağını umabilirsiniz ama emin olmalısınız ki sizin halkınız da bundan etkilenecektir. Bunun için hiç kimse geniş çaplı bir biyolojik savaşı denemedi. Bu intihardır. Ve bu şu an Türk hükümetinin yaptığı şeydir. Onlar cihatçıları Suriye’ye getirdiler ama cihatçıların Türkiye’ye dönmesi ancak bir zaman meselesidir.

Türklerin İslami hislerine saygı duyuyorum. Onları camilerde gördüm; Sufi tarikatlarını ve onların büyük cazibesini biliyorum. Birçok Türk California’dan Tahran’a kadar sevilen büyük Sufi şair Rumi’nin hatırasına hürmet için Konya’da toplanır. İslami hükümet Türkiye’de gerçek bir başarıydı. Öyleyse niçin Pakistan’ı bu lanetli yolda izliyorlar?

Dışişleri Bakanı ve Suriye’deki Türk müdahalesinin baş destekçisiAhmet Davutoğlutarafından bu soruya cevap veren bir makale yazıldı. O bunu bir üniversite öğrencisi olarak, 20 yıl evvel yazdı ve onunla birlikte okuyanlar bunu iyi hatırlarlar. Genç Davutoğlu, eğer ihtiyacımız varsa şeytanla bir anlaşma yapabiliriz ve yapmalıyız, diye yazmıştı.

Onun bakış açısıyla, Yavuz Sultan Selim’in yönetimi altındaki İmparatorluk’ta uygulanan Sünni İslam sadece doğru inanç değil, müspet sonuçların garantisi olan bir demir yastıktır. Onun yönlendirdiği bir devlet yanlış yapmaz. Böyle bir devlette şeytanca işler bile Her şeye Kadir olan tarafından müspet sonuçlara çevrilecektir. Bu sebeple, o, İmparatorluk 600 yıl yaşadı ve başardı, diye yazdı.

Genç Davutoğlu partnerlerin iyi veya kötü olmasına bakmaksızın, İslamcı Türkiye’nin güçlü partnerlerle kurulacağını bunun için yazdı. Bu, inancımız ve Kadir-i Mutlak’ın yardımıyla kazanacağımız zafer için Şeytanla bile bir anlaşma (Faust Paktı) yapabiliriz, anlamına gelir. Amerika birçok Müslüman için olduğu kadar Davutoğlu için de bir şeytandır ama onun belirsiz felsefesiyle silahlanmakla o, Türkiye’nin gelecekteki zaferi için şeytana katılmaya hazırlanıyor.

Bu, Şeytanla ilgili tutumları en belirsiz olan Yezidiler veya daha muhtemelen, her şeye izin verildiğine ve günahın en iyi kurtuluş yolu olduğuna inanan Sabatay Zevi’nin takipçileri olan Dönmelerle ilişkileri yoluyla İslam’ın etkilendiği geleneksel olmayan anlayış biçimi olabilir miydi? Daha geleneksel inançlara sahip insanlar biliyorlar ki, her kim Şeytan ile anlaşırsa er ya da geç kahrolur; onunla birlikte içmek için yeteri kadar uzun bir kaşık yoktur.

Sonra onun belirsiz teolojisini belirsiz politikasına dönüştürme vakti geldi. Amerika ondan militanları Suriye’ye getirmesini istedi ve o da böyle yaptı. Türk arkadaşlarım Erdoğan’ın kişisel olarak böyle teolojik inançları olmadığını ama pratik kabulleri takip ettiğini söylediler. Amerika Birleşik Devletleri ve NATO ile ittifak meselesi Erdoğan ile onun bir zamanlar hocası olan Necmettin Erbakan’ı ayırdı. Erbakan buna karşıydı; Erdoğan bunu kabul edilebilir buldu. Erdoğan bir günde Erbakan’ın takipçilerini reformist oluşum Ak Parti’ye taşıdı ve on yıl önce iktidara geldi ve genel olarak başarılı oldu. Azınlık, mevcut etkisini sürdürse de seçimlerde başarılı olamayan Saadet Partisi, muhalefet oldu.

Dışarıdan birisi için umulmadık bir şekilde Saadet Partisi Erdoğan ve Davutoğlu’nun Suriye macerasına karşı sert muhalefet gösterdi. Suriye’ye müdahale sıklıkla “katledilen Müslümanlara İslami yardım” olarak açıklansa bile Saadet Partisi liderleri bunu Suriye ve Türkiye’ye karşı bir Amerikan komplosu olarak algıladılar. Saadet Partisi müdahaleye karşı güçlü gösteriler düzenledi.

Belki bu, Başbakan Erdoğan’ın eski yoldaşlarını dinlemesi, Suriye’ye yönelik şeytan destekli politikanın doğruluğunu kabul etmemesi ve onun haklı olarak gurur duyduğu tüm başarılarını yok etmeden evvel savaş makinesini durdurması için doğru zamandır. Türkiye ile Suriye’yi daha yakın bir birliğe getirme rüyası hala gerçekleşebilir ama savaş köpeklerinin salıverilmesi yoluyla değil.

Gürkan Biçen tarafından İngilizceden tercüme edilen bu makale www.israhaber.com sitesinde yayımlanmıştır.