25 Ekim 2007 Perşembe

* İsmail Kadare’nin Filmi Osmanlı İmparatorluğu’nun Arnavutluk’taki Hatırasına Saldırıyor.


Olsi Jazexhı



Geçen hafta boyunca Makedonya’nın başkenti Üsküp’te Arnavut yapımcı Fatmir Koci İsmail Kadare’nin “Aksi Yıl” romanından uyarlanan yeni filmi “Kuyrukluyıldız Zamanı”nın son sahnelerini çekiyordu

Fransız şirketi Cine – Sud Promotion tarafından yapılan ve Lara Enterprises Company tarafından desteklenen bu film Arnavutluk Müslümanları arasında öfkeye sebep oluyor. İsmail Kadare’nin “Aksi Yıl” romanı Arnavutluk’un 1914 olayları aleyhinde yazılmış bir kurgudur. Bu dönemde Arnavutluk Müslümanları Uluslararası Kontrol Komitesine ve Arnavutluk’u bir Hıristiyan kolonisine çevirmek ve yine Arnavutluk’a bir Hıristiyan kral empoze etmek isteyen batılı güçlerin planlarına karşı isyan etmişti.

Orta Arnavutluk Müslümanları Hacı Kamil, Tiran müftüsü Musa Kazım ve Esat Paşa Toptani liderliği altında Avusturya ordusunu ve onun Durres’te yerleşik Hamid Karzai modelindeki kralını yendiler. Kadare’nin filmi bu hatıraya saldırıyor ve Avrupalı yönetimin zorlamalarını anlamayan, kabul edemeyen Müslüman savaşçılara vatan haini ve psikopat muamelesi yapıyor.

2,5 milyon Euro tutarındaki bu film projesi Osmanlıları, Arnavutları köle yapan, dini fanatizm yaratan ve onları medeni dünyadan koparan, medeniyet düşmanı, Taliban tarzı insanlar olarak göstermek suretiyle Osmanlı İmparatorluğunun Arnavutluk’taki tarihine hakaret ediyor.

Filmin kurgusu Kadare’nin de oralı olduğu Arnavutluk’un güneyinde bir grup Arnavut savaşçının Arnavutluk’u kurmak için kuzey ve orta Arnavutluk’taki Osmanlı yanlısı Müslümanlara karşı mücadele etmeleri iddiasıyla başlıyor.

Fransız vatandaşı olan Kadare Arnavutluk’un bu dönemdeki Fransızlar gibi Avrupalı işgalcilerini pozitif terimlerle anlatıyor. Avrupalılar, Fransızlar, Hollandalılar ve Avusturyalılar kral empoze ederek geri kalmış İslami Arnavutluk’un medenileştiricileri olarak gösteriliyor. Kadare’nin filmi Arnavutların ve özellikle orta ve kuzey Arnavutluk’ta yaşayan Gegaların İslami mizacına saldırıyor. O, onları vahşi hayvanlar gibi resmediyor. Onların tasviri İbni Fadlan’ın “Onüçüncü Savaşçı” filmindeki İskilitlerin tasvirleriyle büyük benzerlik gösteriyor.

Kadare kuzeylileri korkunç Osmanlı isimlerine sahip, Arnavutluk fikrinden nefret eden kişiler olarak gösterirken güneyli Arnavutları Avrupalılar gibi niteliklere ve isimlere sahip olmaları ve dindar olmamaları sebebiyle medenileştiriciler olarak resmediyor. Filmde Arnavutluk Müslümanları orta Arnavutluk’a yerleştiriliyorlar ve batıl inançlarla dolu, Sultan’a tapan kişiler ve Osmanlılar olarak gösteriliyorlar. Onlar, “Allahu Ekber” diye bağıran ve sürekli Türkiye’nin ve Sultan’ın çok yaşaması için dua eden kaçık hocalar ve dervişler tarafından yönlendiriliyor. Onların en büyük lideri Kus Babai olarak çağırılan bir derviş. O, homoseksüel ilişkilerde bulunurken Kur’an üzerinde namaz kılan biri olarak gösteriliyor.

İsmail Kadare’nin “Aksi Yıl” romanının orijinal versiyonu 2003 yılında basıldı. Yazar sadece Müslümanları değil Yahudileri de aşağılıyor. O, onları fahişeler, uyuşturucu tacirleri ve şeytanlık yapan kişiler olarak gösteriyor. Kadare’nin ırkçılığı Çingenelere de yöneliyor ve onları hırsızlar ve Arnavutluk’un ne demek olduğunu anlamayan insanlar olarak gösteriyor. Öyle ki, filmde Kadare’nin Yahudi karşıtı saldırıları onun Çingene karşıtı aşağılamalarıyla uzaklaştırılıyor.

“Kuyrukluyıldız Zamanı” filmi, İsmail Kadare ilk versiyonunu 1985’de yazdı, bir çok Arnavut tarafından Arnavutluk’un komünist döneminin tarih manipülasyonu olarak görülüyor. Komünistlerden sonra, ki 1944 yılından 1991 yılına kadar ağırlıklı olarak güneyliler ve Ortodoks Hıristiyanlar yönetti, bir çok Müslüman Arnavut “Kuyrukluyıldız Zamanı” filmini komünistlerin komünist karşıtı Arnavutlara ve onların en büyük dini İslam’a karşı olan apartheid rejiminin devamı olarak görür.


İngilizce’den tercüme eden Gürkan Biçen

17 Ekim 2007 Çarşamba

* Niçin Nasrallah bir diğer bin Ladin değildir (2)

Niçin Nasrallah bir diğer bin Ladin değildir (2)



Abdel Halim Ghazaly
ghazaly@gmail.com

17 Ağustos 2006





Hasan Nasrallah ile Usame bin Ladin arasındaki bu mukayese bizi bir başka mukayeseye, onların organizasyonları arasındakine götürür ve biz, Hizbullah ile el – Kaide’nin çok farklı olduklarını görürüz. ……………

Hizbullah; hastaneler, haber servisleri, eğitim binaları/vasıtaları çalıştırmakla kapsamlı bir sosyal gelişim programına sahiptir. Yeniden İnşa Kampanyası (Cihad al- Bina )




Yazar Al Ahram Gazetesi’nin Türkiye temsilcisi olup Gürkan Biçen’in İngilizce’den tercüme ettiği yazı The New Anatolian isimli siteden alınmıştır.


www.thenewanatolian.com/opinion-12951.html

* Niçin Nasrallah bir diğer bin Ladin değildir (1)


Niçin Nasrallah bir diğer bin Ladin değildir (1)



Abdel Halim Ghazaly
ghazaly@gmail.com

10 Ağustos 2006


İsrail ile Lübnan Hizbullahı arasındaki savaşın başlangıcından sonra bazı Batılı yorumcular ve yazarlar Hizbullah ile El Kaide arasında bir mukayese yaptılar. Diyorlardı ki, Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah bir diğer Üsame bin Ladin’dir. Bundan başka, bazı İsrail yetkilileri ve medyası iki tarafın da aynı olduğunu söylediler ve Hizbullah, El Kaide ile bağlara sahip olmakla ve yine onun üyelerini Lübnan’a getirme planı hakkında konuşmakla bile suçlandı. Gerçekler ne olursa olsun, beklenen bir propagandanın parçası olarak bunlar, düşmanının Batı’nın gözündeki imajını yok etmek ve Lübnan’daki merhametsiz savaşına sempati kazanmak isteyen İsrail tarafı için anlaşılabilirdir.

Şaşırtıcıdır ki, Batılı yorumcular ve yazarlar Hizbullah ile El Kaide’ye derinlemesine bakmayı denemeksizin bu mukayeseyi yaptılar. Maalesef bu, İslam Dünyasının yanlış anlayan bir kısmı ile Batı’daki ortak görüntüdür. Bunu politikacılar ve askeri komutanlar arasında dahi görmekteyiz, özellikle Amerika’da.

Ekim 2003’de Kuzey Irak’ta bulunduğum sırada bir Kürt yetkili bana, Sünni ve Şii mezhepleri bile ayırt edemeyen yüksek rütbeli bir Amerikan komutanın bilgisizliği sebebiyle şok edildiğini anlatmıştı. Bu yetkiliye göre bu gibi bilgisizliklerin ana sebeplerinden biri Saddam rejimi sonrası Irak’da hüküm süren anarşiydi. Biz niçin Nasrallah bir diğer bin Ladin değildir sorusunu yöneltiğimizde öncelikle söylemek zorundayız ki Sünnileri ve Şiilerin dini ve politik düşüncelerinde birçok farklılıklar vardır. Bu köşe yazısında bu farklılıklar hakkında konuşmak çok zordur ama söylemek zorundayız ki Hizbullah’ın ideolojisi İslam’ın Şii geleneğinden, özellikle Ayetullah Humeyni ve İran’daki diğer alimler tarafından ileri sürülen Velayet-i Fakih anlayışından kaynaklanıyordu. İran İcra Heyeti sekreteri ve eski Devrim Muhafızları kumandanı Mohsen Rezai Ağustos başlarındaki demecinde, ‘İran Hizbullah için bir model ve örnektir. İranın inancı, taktikleri ve tecrübeleri Lübnan’da pratiğe konuluyor. Hizbullah taktik ve moral destek için İran’a bakar. Ve biz onur duyarız ki tecrübelerimiz diğer Müslüman ülkelere hizmet ediyor’ demişti. Nasrallah İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’e onun dini lideri olarak bakar ve dini bağlamda ona uyar, politik kariyere sahip olmayan Sünni din adamları gibi.

Nasrallah’ın kendisi bir din adamıdır. O hayatının bir dönemini Irak’ın dini merkezlerindeki eğitimi ile geçirmiştir. 1970’lerin ortalarında o, Irak’ın Necef şehrindek Şii havzaya Kurani ilimleri öğrenmek için hareket etti. Onun eğitiminin ilk kısmı 1987’de, Iraklı yetkililerin zorlamasıyla ayrılmasından önce, tamamlanıyordu. Hizbullah’a bağlılığı devam etmesine rağmen 1989’da Nasrallah bir fakih olma çabalarını öğreniminin ilerlemesine katkıda bulunacak olan İran’ın kutsal Kum kentine geçerek sürdürdü. Bin Laden İslami eğitim almadı ve onun düşünceleri Kuran’dan ve tefsirlerin katı versiyonlarından kaynaklanıyordu. O çoğunlukla aşırı uçta birisi olarak görülür, özellikle Müslüman olmayanlara ve kişisel özgürlüklere karşı. Bin Ladin’in mantığındaki anahtar unsur herşeydeki farklılıkları reddediştir ki bu onun duruşunun ve eğilimlerindeki uzlaşmayan ve esnek olmayan halin sebebidir.

Nasrallah’ın mantalitesini değerlendirdiğimizde görürüz ki, o farklı düşüncelere açıktır ve bin Ladin gibi kapalı düşünceli (fikri sabit) değildir. Nasrallah daha evvelki bir röportajında bir çok kitap, özellikle, Ariel Sharon’un otobiyografisi ‘Memoirs of Sharon’ ve Benjamin Netanyahu’nun ‘A place under the Sun’ dahil olmak üzere, politik aktörlerin hatıralarını okuduğunu ve düşmanları hakkında bilgi sahibi olduğunu söylemişti.

Onun farklı tarzının bir diğer örneği, Hizbullah savaşçıları Güney Lübnan’daki güvenlik kuşağı olarak anılan bölgeye Mayıs 2000’de İsrail aniden geri çekildiğinde girdikleri zaman onları, işgalci İsraille işbirliği yapmış, bir çoğu Hıristiyan olan kişilere yönelik gerçek bir öfkenin olmasına rağmen hiçbir Lübnanlı kadın veya erkeğe zarar verilmemesi için güçlü bir şekilde ikaz etmesiydi. Haziran 2000’de Güney Lübnan’da idim ve bazı Hizbullah savaşçıları bana, İsrail askerlerinin arkadaşlarına işkence etmesine yardım eden bazı işbirlikçileri öldürmek istediklerini söylediler. Orada hain olduklarını düşündükleri Hıristiyan köyleri bile vardı. Nasrallah, yine de, bu köylere bir zulüm yaparlarsa adamlarını büyük cezalarla uyardı.

Ben hatırlıyorum ki Nasrallah bu sebeple Lübnan’ın tüm politik güçlerinden büyük takdir aldı. Bundan başka İsrail’in geri çekilmesinden sonra onun grubu diğer rakip gruplara karşı onları asla silah kullanmakla tehdit etmedi. Biz Hizbullah’ın Lübnanı bir sivil savaşa bulaştırmama düşüncesini anladığımızda onun vatandaşlar arasında sahip olduğu müspet imajın nedenini anlayabiliriz. Beyrut Araştırma ve Enformasyon Merkezi tarafından 26 Temmuzda, Lübnan ile İsrail arasında savaşın başlamasından sonra açıklanan bir kamuoyu yoklamasına göre Lübnan halkının %87’si Hizbullah’ın İsrail’e karşı savaşını desteklediğini ifade etti, bu Şubat ayındaki ankette göre %29 oranında bir yükseliştir.

Daha dikkat çekicisi, bununla birlikte, Hizbullah’ın direnişine Şii olmayan toplumlardan gelen desteğin seviyesidir. Sünnilerin %89’unun, Dürzilerin %80’inin yanında Hıristiyanların da %80’i Hizbullah’ı desteklediğini açıkladı. Temmuz 2005’de açıklanan bir başka ankete göre Hıristiyanların %74/ü Hizbullah’ı bir direniş örgütü olarak görüyordu.



Yazar Al Ahram Gazetesi’nin Türkiye temsilcisi olup Gürkan Biçen’in İngilizce’den tercüme ettiği yazı The New Anatolian isimli siteden alınmıştır.


www.thenewanatolian.com/opinion-12546.html

* Kerkük : Irak’ta sırası gelen savaş


Nermeen Al-Mufti
09 Şubat 2007


Amerika Birleşik Devletleri analistlerine göre, Kerkük Irak’ta devam eden savaşın üçüncü cephesi olacak. Irak’ın çözümsüz problemlerinin ortasında bir diğer kriz yolda.
LA Times’da bir Kürt politikacının,Kürtler Kerkük’e “kanun veya güç” yoluyla sahip olmakta ısrar ediyor, dediği naklediliyordu. Irak Devlet Başkanı ve Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin lideri Celal Talabani sık sık “Bir Kürt devleti imkansızdır” ve “bir Kürt devleti ancak Kürt şairlerin bir rüyasıdır” derken, Kürdistan Demokratik Partisi’nin lideri Mesud Barzani, “Bir Kürt devleti bir rüya değil gerçektir” diyor.
Bunu (rüyayı) başarmak için , “Biz Kerkük’ü bir diğer Felluce yapmaya hazırız” dedi, Kürt Yönetimi Bakanı ve 140 Normalleşme Komitesi üyesi Muhammed İhsan. Eğer Kerkük bir Kürt kenti idiyse niçin onlar tehdit ediyor, şehrin demografik yapısını değiştirmek için şanslarını deniyor ve sahte dokümanlar ve pasaportlar basıyor/dağıtıyorlar (Geçen hafta İsveç hükümeti Iraklı Kürt elçiden 26.000 Iraklıya verilen pasaportları açıklamasını istedi ki bunlar yasal dokümanlara sahip değillerdi.)
Ben kaç Türk politikacı ve yazar Kürtlerin, “Kerkük bir Kürt kentiydi ve hala da öyle“ iddialarını tekrar ediyor merak ediyorum. Bence onlar asla tarihi belgeleri okumadılar. Bu belgelerin arasında ikisi Irak hakkındaki en önemli belgeler sayılabilir. Birincisi, Stephen Hamsley tarafından yazılan, “Modern Irak’ın Dört Yüzyılı” (Four Centuries of Modern Iraq) ve ikincisi; Hanna Batatu tarafından yazılan ve 1978’de basılan, Eski Sosyal Sınıflar ve Irak’ın Yeni Devrimci Hareketleri”dir (The Old Social Classes and New Revolutionary Movements of Irak). İkisi der ki; sadece Kerkük değil, Küfri, Erbil, Tuz Humartu ve birçok başka şehirler Türkmenler tarafından iskan ediliyordu. Çalışmasında Kerkük’teki çoğunluk olarak Türkmenler hakkında yüzlerce belgeyi referans gösteren Batatu, Kürtler Kerkük’e 1927’den sonra petrol sahalarında çalışmak için gelmeye başladılar,diyordu Biz, 400.000’den fazla Türkmen’in yaşadığı, eski rejim tarafından Kürtleştirilen Erbil nasıldır biliriz.
Kerkük nüfusu, Araplaştırma kampanyasıyla, 864.000 idi. Kim inanabilir ki, Kerkük’e girmeye zorlanan 600.000’den fazla Kürt Kerkük kökenlidir? Öyleyse, Niçin onlar kamplarda ve Olimpik Stadyumda yaşıyorlar? Onların evleri nerede? Yine, Kim inanabilir ki, onların evleri yıkılıyordu? Kerkük’te yaşayanlar bilir ki, eski rejim Kürt mahallelerinde 100 ev yıkarken çoğunlukla Tesin, Hamzalı ve Kala’a gibi Türkmen mahallelerini ve Al Tayran’ın karışık mahallesini yıktı. Şurası açıktır ki, Kürt propagandası onların iddialarını tekrarlayarak Türk hükümetini Kürt Yerel Yönetimi ile görüşmeye çağıran kişilere iyi ödeme yapıyor.
Kerkük meselesi bir Irak veya Türkmen meselesi değil bölgesel bir meseledir. Kendimi yine bir Amerikan askeri sitesi tarafından yayımlanan yeni Orta Doğu haritası hakkında konuşurken buluyorum. O harita bütün bir bölgeyi –Türkiye, Irak, İran ve diğer ülkeler- “Kürdistan” diye anılan İsrail benzeri bir “devlet” yaratmak için bölünmüş olarak gösterdi. Siteye göre haritanın başarısı, Amerikan çıkarlarını korumasıydı ancak, milyonlarca sivilin kanı pahasına. Kerkük bir dönüm noktasıdır bu haritada. Bush yönetimi Irak’ın tümünü kontrol eder, hükümetin işlerine dahi müdahale eder, Kerkük hakkında şu an konuşulurken bu yönetim yorumsuz bir söze sahip, “Bağımsız bir ülkenin içişlerine karışamazsınız!” Bu “bağımsız” ülke Irak’tır. Kötü bir şaka fakat daha kötüsü hala Kürt iddialarına inanıyor gibi görünmektir.

İngilizce’den tercüme eden Gürkan Biçen
http://www.thenewanatolian.com/opinion-22781.html

* Avrupalı İslam’ın İnşasında Balkan Müslümanlarının Rolü

Avrupalı İslam’ın İnşasında Balkan Müslümanlarının Rolü


43 Nolu EPC Yayımı
23 Kasım 2005

Hazırlayan Xavier Bougarel

Tercüme Gürkan Biçen





Giriş
Mirjam Dittrich ve Lucia Montanaro Jankovski tarafından hazırlandı

1978-1979 İran İslam İnkılabından bu yana İslam’ın yayılışı ve Batı’ya meydan okur görüntüsü uluslararası kaygıyla süregelen bir mesele oldu.

Bugün, 12,5 – 15 milyon Müslüman Avrupa Birliği’nde yaşıyor. Göçmenler ve vatandaşların 1950’de sadece 800.000 kişi oldukları kıyaslandığında İslam sadece bir dış politika meselesi değil ancak evin içini de ilgilendiren bir mesele olmuştur. Müslüman topluluklar geçtiğimiz on yıllarda hızla büyüdüler ve İslam bir çok Avrupa devletinde en çok izleyicisi olan ikinci din olarak ortaya çıktı.

Türklerin Avrupa Birliği’ne üyeliği üzerine müzakere Müslüman çoğunluğu ile bir ülkenin “Avrupa Kimliği”’nin bir parçası haline gelip gelemeyeceği sorularını doğurdu. Bundan başka, Balkanlardaki yeni Üye Devletlerin girişi yıllar içinde Birlik’in içine bazı baskın Müslüman ülkeler getirecek ve onun Müslüman nüfusunu iki katına çıkaracak.

Bu yazı Xavier Bougarel tarafından, King Baudouin Foundation (KBF – Kral Baudouin Vakfı) ile birlikte çalışan European Policy Centre’ in (EPC – Avrupa Politika Merkezi) Çok Kültürlü Avrupa ve Genişleme (Multicultural Europe and Enlargement) ile Civar Avrupa (Neighbourhood Europe) programlarındaki tartışmalardan oluşturularak yazılmıştır.

Avrupa’da “İslam ve Müslümanlar” hakkında bir proje Avrupa’daki Müslümanların entegrasyonu çevresindeki sorunların bilgi ve düşüncesini olduğu gibi Avrupa’nın İslam ülkeleri ile ilişkilerini kamçılamayı amaçlayan Multicultural Europe programının bir parçası olarak 2003 yılında oluşturuluyordu. EPC ve KBF da Şubat 2005’de Batı Balkanlar hakkında bir işbirliği başlattı ve 2005 yılında Balkanlar hakkında güçlü bir odak ortaya koydular. Bu 2006’da da böyle devam edecek. Bizim uğraşımız Balkanlardaki farklı politik, ekonomik, güvenlik ve çok kültürlülük meselelerinin onların Avrupa’ya entegrasyonu yolunda olduğu kadar Avrupa’nın bölgeye yönelik politikalarının tayin edilişinde de ehemmiyet arz eder.

Müslümanların Avrupa toplumuna Avrupalı düzeyde entegrasyonu meselesini belirlemek ve uğraşmak kolay olmadı çünkü, bu konuya has Avrupalı veya ulusal bir politika yoktu. Avrupa’daki Müslümanlar ortak bir dini inancı paylaşırken onlar geldikleri ülkelerin çeşitliliği, genel farklılıklar, dini pratiklerdeki varyasyonlar ve politik bağlılıklar sebebiyle milletlerüstü toplum şeklinde birleşmezler.

Son uluslararası olaylar, özellikle 11 Eylül ve Madrid ile Londra’daki terörist saldırılar sonrası, Avrupa’daki bir çok Müslüman için geleneksel gerilimler yaratıldı ve yanlış anlamlar, hatalı basmakalıp klişeler yayıldı. Müslüman ülkelerdeki politik gelişmeler de (Orta Doğu, Irak, Afganistan ve Balkanlar) Avrupa’daki Müslüman topluluklar hakkında bir etkiye sahipti ve hakim Avrupa hükümetleri bu meseleye büyük öncelik verirler.

Balkan savaşları sırasındaki “İslami” kuvvetlerin transferi, özellikle Bosna Hersek ve Arnavutluk'ta cihad savaşçıları ve eğitim kamplarıyla ilgili birçok rapor Balkan ülkelerindeki İslami radikalizm tehdidi hakkındaki endişeleri yükseltti. Bununla birlikte, bölgedeki savaş sırasında İran’dan, Afganistan’dan, Pakistan’dan, Suudi Arabistan’dan, Türkiye’den gelen ancak sonradan burada kalmayan sayısız “mücahid”in ardından Balkanlardan gelen tehdidin seviyesi azaldı. Ancak, Arnavutluk, Bosna Hersek, Kosova, Sancak Güney Sırbistan ve Eski Yugoslavya Makedonya Cumhuriyeti’ndeki (Makedonya Cumhuriyeti kastediliyor -ç.n-) Müslüman toplumlar için gelecek beklentisi değişkenliğini koruyor.

Bununla birlikte yazar, farklı Müslüman toplumları, Osmanlı İmparatorluğu tarafından yürütülen İslamlaştırma sürecinden daha eski bir tarih koyarak ve şimdi geniş Balkan bölgesinde kendilerini global İslam içinde yeniden uyarlayan nitelikte 4 ana halkın varlığıyla açıklar: Arnavutlar, Müslümanlar/Boşnaklar, Türkler ve Romalılar. Batı Makedonya ve Güney Kosova gibi bazı bölgelerde farklı birkaç Müslüman grup bir arada bulunur.

Politik olarak, bir tarafta,Doğu Balkanlarda yaşayan Türkçe konuşan Müslümanlar ve diğer tarafta Batı Balkanlarda yaşayan Arnavutça –ve Slavca- konuşan Müslümanlar arasında temel fark bulunur. Evvelkilerin politik talepleri azınlıkların milli statüleriyle elde edilen kültürel haklarla sınırlandırılırken sonrakilerin bölgesel otonomiden devletin federalleşmesine (Makedonya) veya bağımsızlığa (Kosova ve Bosna Hersek) kadar çok daha radikal talepleri vardır.

Bosna Müslümanları diğer Balkan Müslüman halklarına kıyasla daha düşük düzeyde bağnazdırlar. Yine de, Arnavutça konuşulan bölgelerdeki (Arnavutluk, Kosova ve Eski Yugoslavya Makedonya Cumhuriyeti) seküler eğitim sistemiyle çelişkili olarak, Bosna Hersek’teki bazı politik ve dini aktörler orduyu ve okulları yeniden İslamlaşma amaçları için kullanmayı denediler (misalen, dini eğitim savaş boyunca yarı bağımsız bir hale geldi) ancak, Bosna toplumunun içinden güçlü bir direnişle karşılaştılar.

Bu tez Komünist rejimlerin 1990’daki düşüşünden öncesi ve sonrası için dini ve politik gelişmelerin genel bir tanıtımını verdiği gibi Balkan İslam’ı ve Müslüman dünya ile bölgenin eski pan-Avrupa işgalcilerinden sonra zuhur eden İslami toplum dönemi ilişkilerini ele alıyor.

Yazar belirtir ki, sayısız büyüklükte sosyo-ekonomik ve kültürel faktörler, onların kırsal bölgelerdeki konumları ve diğer Müslüman olmayan yerel halklar ile dil ortaklığı dahil (Bosna Hersek’teki çoğulculuk buna açık bir örnektir), Balkan Müslümanlarını onların Avrupa’daki benzerlerinden farklılaştırır. Yine, Balkan Müslümanları etnik ve dini milliyetçilikler sebebiyle baskın içerikteki bölgesel politikanın bir parçasıdır. Gerçekten, Yugoslav Federasyonunun dağılmasıyla Balkan Müslümanlarının politizasyonunun farklı ulusal ve bölgesel taleplerle belirginleşmesinden ziyade, onların müşterek yerleşik İslami gelenekleriyle hareket etmeleriyle yüzleşildi.

Bu tez aynı zamanda Türklerin Avrupa Birliği’ne girişinin Balkan İslam’ı ve Avrupalı İslam’ın gelişimine hatırı sayılır bir etkisinin olacağını da savunur. Balkan Müslümanları ve Türk dini liderler arasındaki değişmelere onay Güneydoğu Avrupa’daki Neo-Selefi akımı dengeleyebilir. (Neo-Selefizm iddiaya göre İslam inancının savaşçı, aşırı ve ‘saf’ bir yorumudur).

Bununla birlikte, yazar vurgular ki, Balkanlarda İslam’ın görünürlüğünün artması muhakkak onların kaybettikleri toprakları geri almak istemesinden kaynaklanan ulusal şartlardan ve politizasyondan daha çok Balkanlı Müslüman halkların yeniden İslamlaşmasının yansıması ile eşanlamlı değildir.

Bu bağlamda, aklıma gelmişken, o zaten özel bir fenomen tarafından tanımlanıyor: Sovyet İmparatorluğunun kalıntılarının dağılışıyla (2004), Avrupa Birliği genişleme işlerini şimdi Osmanlı İmparatorluğunun mirasçısıyla anlaşmanın kenarında tutuyor. Ve iki özel durum: Balkanlardaki Müslüman ve Hıristiyanlar arasındaki ilişkilerin dikkate değer tabiatı ve eski “imparatorluk” gücünün (Türkiye) adaylık statüsü ki, onun bazı eski tebaalarıyla tam üyelikler veya adaylıklar sürdürülüyor.

Hürmete layık tüm yönleriyle bu çalışma, gittikçe artan bir ilgiyle, Avrupa entegrasyonunun geleceği için sorular yöneltiyor.

Mirjam Dittrich Avrupa Politika Merkezi’nde politika analistidir. Lucia Montanaro Jankovski ise Avrupa Politika Merkezinde program koordinatörü yardımcısıdır.


Avrupalı İslam’ın inşasında Balkan Müslümanlarının rolü

Xavier Bougarel tarafından hazırlandı.


Balkan Müslümanlarının entegrasyonu bir fırsatı olduğu kadar bir meydan okumayı da ifade eder: Bir tarafta, Avrupa entegrasyonu beklentisi bölgedeki bazı uyuşmazlıkların çözümüne yardım edebilir; diğer tarafta, Balkan Müslümanlarının tarihi tecrübesi bir “Avrupalı İslam”ın gelişmesine katkıda bulunabilir.[i]

1981’den 2004’e kadar Avrupa Birliği’ndeki tek Balkan ülkesi (Batı Trakya’da küçük bir Müslüman azınlık olmasına rağmen) neredeyse tamamı Ortodoks bir ülke olan Yunanistan idi. 2004’de Kıbrıs Avrupa Birliği’ne katıldı ancak kuzey, adanın Türk kesimi dışarıda kaldı. Gelecek yıllarda Avrupa Birliği diğer Balkan ülkelerinin katılımıyla genişleyecek. Başlangıç Bulgaristan ve Romanya olacak.

Bu meselelerin arasında yükselecek birisi çağdışı Lozan Antlaşmasının[ii] maddeleriyle örneklenen Balkan Müslümanlarının statüsüdür. Gerçek şu ki, bölgede hali hazırda devam eden sayısız çatışmalara rağmen (Kıbrıs, Bosna Hersek, Kosova, Eski Yugoslavya Makedonya Cumhuriyeti[iii]) Müslüman ve Ortodoks halkları birbiri ile mücadeleye kışkırtan genelde din ve özelde İslam değildir. Bu (statü meselesi), çatışmaların gerçek sebebidir.[iv] Bundan başka, halen Avrupa Birliğine üye 25 devletteki 11 – 12 milyon Müslüman, yaklaşık 8 milyon Müslüman’a vatan olan Balkan devletlerinin nihai katılışıyla kendi sayılarının neredeyse ikiye katlandığını görecekler.[v]

Avrupa Birliği’nin genişleme süreci ve Avrupalı İslam’ın ortaya çıkma imkanı ile Balkan Müslümanlarına has gelişim arasındaki potansiyel etkileşimlerin daha iyi anlaşılmasını kolaylaştırmada bu çalışma , bölgedeki komünist rejimlerin 1990’daki düşüşüyle canlanan politik ve dini gelişmelerdeki büyük ayrıntıları açıklamadan önce Balkan Müslümanlarının farklılığını inceleyecek.





I. Balkan Müslüman Halkları

Balkan Müslüman Haklarının Farklılığı

“Balkan Müslüman Halkları”ndan veya bir “Balkan İslam”ından bahsedildiğinde bu halkların nasıl farklı olduklarını tanımak önemlidir. Onların hepsi İslamlaştırma süreciyle meydana geldi ki, buna 14.yüzyıldan 20.yüzyıl başlarına kadar bölgedeki Osmanlı varlığı eşlik etti. Ancak onlar hiçbir şekilde homojen olarak tarif edilemezler.

Dört ana dil grubuyla (Arnavutça, Slav dilleri, Türkçe ve Roman) ilişkili Balkan Müslümanları bunun yanında gittikçe baskınlaşan ve resmileşen ulusal ve/veya etnik hatlarla da bölünüyordu (Arnavutlar, Boşnaklar, Türkler, Pomaklar[vi] ve diğerleri). Büyük çoğunluğu Hanefi mezhebine[vii] bağlı Sünni Müslümanlar iken bazıları Bektaşi (Arnavutluk ve Kosova) veya Alevi (Bulgaristan ve Yunanistan) azınlıklara[viii] aittirler. Bu, Batı Makedonya, Güney Kosova, Rodop (Yunanistan, Bulgaristan) ve Dobruca (Romanya) gibi bölgelerde birkaç farklı Müslüman halkın bir aradaki varlığını açıklar. Bu bölgeler aynı zamanda çok değişken etnik kimliklerin varlığı ile en canlı etnik “organizatörler”in arasında rekabetin olduğu yerlerdir.

Tablo 1 – Balkan Müslüman Halklarının Dil Profili (1990’ların başlarındaki tahmin)

Arnavutça Konuşanlar
Slav dillerini
Konuşanlar
Türkçe Konuşanlar
Roma (Mısırlılar)

Yunanistan

---------

30.000

90.000

------------

Arnavutluk

c. 2.440.000

c.10.000

-----------

c. 50.000

Makedonya

480.000

90.000

80.000

50.000

Bulgaristan

----------

165.000

810.000
5.000’i Tatar

125.000

Bosna Hersek

5.000

2.010.000

-----------

5.000
Eski Yugoslavya
Cumhuriyeti (Kosovasız)


80.000


270.000


------------


30.000

Kosova
(özerk bölge)


1.550.000


60.000


10.000


40.000

Romanya

------------

----------

50.000
25.000’i Tatar


----------

Toplam

4.355.000

2.635.000

1.040.000

300.000
Kaynak : Xavier Bougarel & Nathalie Clayer (dir.) Le nouvel Islam balkanique, op.cit. Bu tabloda rakamlar Yugoslavya Federal Cumhuriyeti için ikiye bölündü. “Yugoslavya Federal Cumhuriyeti (Kosovasız)” ve Kosova (Yugoslavya Federal Cumhuriyetinin özerk bölgesi)” Bu daha çok ayrıntı sağlamak ve onyılların politik gerçeklerinin içinde olmak için yapıldı
Balkan Müslümanlarının büyük kısmı kırsal bölgelerde yaşar ve onlar hala yaşamlarını tarım, hayvancılık ve tütüncülük ile kazanırlar. Son onyıllarda Müslüman halklar arasındaki demografik büyüme ve kırsal alandaki Hıristiyan halkların göçü belli bölgelerde etnik homojenliğe katkı sağladı (Kosova, Batı Makedonya, Sancak, Rodop).

Şehirli Müslüman elitler Doğu Balkanlarda (Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya) hemen hemen gözden kayboldular. Onların büyük göçü İstanbul ve Anadolu’yadır. Batı Balkanlarda (Bosna Hersek, Arnavutluk, Kosova ve Batı Makedonya), şehirli Müslümanların varlığı Osmanlı zamanından beri hala görülebilir ancak, orada bir tarafta, sekülerize edilen şehirli halklar ile öbür tarafta kırsal veya yeni şehirli, geleneksel dini ve kültürel pratiklere sahip halklar arasında derin ayrılıklar vardır.

Sonuç olarak, Müslüman halkların Balkanlardaki coğrafik dağılımı çok düzensizdir. 1991’e kadar halkının çoğunluğu (yaklaşık %70) İslami kültürel geçmişe sahip tek Balkan devleti Arnavutluk’tu. Yugoslavya’nın çöküşü ile diğer iki politik devlet veya devletimsi (yarı devlet) Müslüman çoğunluğu ile zuhur etti: “Bosna Hersek Federasyonu” olarak tanınan – Bosna Hersek’in[ix] iki varlığından biri- tahminen halkın %75’i Müslüman’dır; ve Kosova, son statüsü halen belli değildir, halkın %90’ı Müslüman’dır. Makedonya’da dahi büyük bir Müslüman azınlık vardır (%33). Sırbistan-Karadağ (%4.5 Kosovasız) ve Bulgaristan. Yunanistan ve Romanya göreceli olarak küçük ve Batı Trakya ile Dobruca’da çok yerel Müslüman halklara sahiptir (sırasıyla %1.5 ve %0.2 )

Tablo 2: Balkan Müslüman Halklarının Coğrafik Dağılımı
(1990’ların başlarındaki tahmin)




Sayı (Tahmini)


Oran (Tahmini)

Yunanistan

120.000

%1.5

Arnavutluk

2.300.000

%70.0

Makedonya

700.000

%33.0

Bulgaristan

1.100.000

%12.5

Bosna Hersek

2.020.000

%46.0

Yugoslavya (Kosovasız)

380.000

%4.5

Kosova (Özerk bölge)

1.660.000

%84.9

Romanya

50.000

%0.2

Toplam

8.330.000

%13.5
Yukarıda verilen kaynak.



Dini azınlıklar için bir buçuk yüzyıl

Balkan Müslümanlarını Avrupa Birliği’nde yaşayanlardan sayısız büyüklükteki sosyo-ekonomik ve kültürel özellikler farklılaştırır ki çoğunun kırsal bölgelerde yaşaması ve yerel gayrı Müslim halk ile aynı dilleri paylaşması buna örnektir. Bundan başka, Balkan Müslüman halkları kendi içinde oluşan politik hareketliliklerin özel tipleriyle yükselen dini ve etnik milliyetçilikler tarafından baskılanan bir bölgesel jeopolitik içeriğinde parçasıdırlar.

Bu şekilde ulusal ve dini kimlikler de bir çok farklılıkla ilişkilendiriyor. Misal olarak, Bosna Hersek ve Sancak’ın Müslüman Boşnaklarının ulusal kimliği onların Ortodoks Sırplar ve Katolik Hırvatlar[x] ile aynı dili kullanmalarına rağmen dini kimlikleri temelinde gelişti. Bunun zıddına Arnavut ulusal kimliği dini ayrımlara rağmen Balkanların Arnavutça konuşan halklarının tümü temelinde oluşuyordu.

Ulusal kimliklerin maruz kaldığı çeşitli adamakıllı ve önemli bölgesel farklılıkların varlığı bu resmi daha da karmaşıklaştırır. Örneğin, Arnavut ulusal kimliği ile Müslüman dini kimlik arasındaki ilişkiler özellikle Kosova ve Makedonya’da güçlüdür. Buralarda İslam Ortodoks Sırplara ve Makedonlara karşı bir “etnik kurucu” olarak hizmet eder ve daha küçük Müslüman halkların[xi] “Arnavutlaştırılma”sını kolaylaştırır. Bu yüzden, Balkan Müslümanlarını bir bütün olarak tanımlama gereği tarihi bir tuhaflıktır.

Balkan İslam’ının belirli özellikleri yukarıda değinildiği gibi Müslümanlar ile gayrı Müslimlerin çok uzun zamandır bir arada bulunmalarından meydana gelir. Unutulmamalıdır ki, Müslüman dünyanın bir çok yerinde benzer durumlar bulunabilir ve yakın dönem Balkan tarihi 20.yüzyıl halk hareketleri sebebiyle Osmanlı döneminden miras birlikte yaşanılan bölgelerin kayboluşuna şahittir (1910 ve 1920’lerdeki Balkan ve Yunan – Türk Savaşları, 2.Dünya Savaşı ve 1991 -1999 arasındaki Yugoslavya Savaşları).

Bununla birlikte, 1878’deki Berlin Kongresi’nden 1923’deki Lozan Antlaşması’na, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüyle artık yerel Müslüman halklar yönetimi kaybetti. Bunun yerine onlar (en azından kısmen ) yeni bir durumun, baskın-Hıristiyan Balkan devletlerinin içinde kaldılar ve bu yüzden tamamen yeni politik ve kültürel şartlarla yüzleşiyorlardı. Onların tecrübesini Avrupa’daki bağımsız olmayan Müslüman azınlıklar olarak incelemek –onların politik, dini ve entelektüel elitleri bu meydan okumayı savundular- Balkan İslam’ının ve onun Avrupalı İslam’ın ortaya çıkmasına potansiyel katkısının kendine has özelliklerini daha iyi anlamayı kolaylaştırır.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde Balkan devletleri Müslüman azınlıklarına uluslararası anlaşmalar yoluyla emredilen dini özgürlükleri onları devletin içinde ekonomik, politik ve kültürel marjinallikte tutmasına rağmen tanımışlardı.

Dini bakış açısıyla, yeni Balkan devletlerindeki bölgelerde İslam dinine ait kurumların varlığının sınırlandırılması Osmanlı İmparatorluğunun çekilmesinin en ziyade doğrudan doğruya sonucuydu. O zamanda, Balkan Müslüman toplumları kendilerini kendi dini kurumları etrafında yapılandırmaya yöneldiler (medreseler – dini ikici derece okullar; Vakıflar – dini bağış/gelir kurumları; Şeriat mahkemeleri) ve merkezi otoriteye bağlılıklarını bir himayecilik temelinde müzakere ettiler. Müslüman çoğunluğun bulunduğu ve politik gücün büyük kısmını Sünni elitlerin muhafaza ettiği Arnavutluk ile 1906’da kendi politik partisini kuran ve 1930’larda Bosna Hersek’i farklı bir bölgesel mevcudiyet olarak savunmak için harekete geçen Müslüman toplumun bulunduğu Bosna Hersek göreceli iki istisnaydı.
Her yerde kendi toplumlarının geri kalmışlığını suçlayan ve geleneksel elitlere meydan okuyan, komünist ve himayeci stratejileri reddederek milliyetçi ve militan ideolojileri yayan Müslüman aydınlar belirdi.

Bu akademik ve kültürel değişiklikler dini hayatta da derin değişiklilere neden oldu. İslami kurumların yeni azınlık statülerine adaptasyon ihtiyacı –ve daha genel olarak toplumun ve devletin modernizasyonu- bu yoldaki değişiklikleri teşvik etti ki, din medreselerde öğretiliyor, vakıflar kendi mütevellileri tarafından yönetiliyor ve Şeriat, Şeriat mahkemeleri tarafından tatbik ediliyordu

Geleneksel ekoller ve Sufi pratiklerinin yasallığı, batılı giysilerin adaptasyonu, kadınların statüsü ve daha genelde, İslam, ulusal kimlik ve Batı Modernizmi hakkında meydana gelen çeşitli tartışmaların yanında kimi zaman merkezi hükümet tarafından kurumların bu reformu teşvik edildi. Bu gibi tartışmalar Balkan Müslümanlarına has değilken onlar bölgedeki özel boyutlarıyla yer aldılar.

Osmanlı mirası, Kemalist devrim ve Komünist modernizasyon arasında


19. yüzyılın sonlarından itibaren Balkan Müslüman elitinin bir kısmı kendini Osmanlı İmparatorluğundan uzak tutmaya meyletti ve Batı Modernizmi ile uyumlu bir “yerel İslam”ı formüle etmeyi denedi. Sonuç olarak, seküler aydınlar ve reformist ulema Arap dünyasında, Hindistan alt kıtasında veya Çarlık Rusya’sında yeni modeller aradılar ve Cemalettin Afgani ile Muhammed Abduh’un[xii] Selefi fikirleriyle ilgilendiler

1923’de Türkiye’deki Kemalist devrim seküler aydınlar ile geleneksel elitler ve reformistler ile geleneksel ulema arasındaki tansiyonu yükseltti: Her bir meselede öncekiler Mustafa Kemal tarafından yapılan planı istekle izlerken sonrakiler Yunanistan ve Bulgaristan’da sürgünde olan anti-Kemalist liderlerle yakın ilişkileri sürdürdüler.

En sonunda, ama en azından değil, Balkan Müslüman halklarının ulusal kimliği hakkındaki sonsuz tartışmalar problemlerin onların ulus devletin prensipleriyle idare edilen Avrupalı jeopolitik bir düzenin içinde yer almalarından oluştuğunu ispatladı. Her ikisi, Osmanlı sonrası Balkanlardaki varlığını meşrulaştırma ihtiyacı ve modern Türk ulusal kimliğinin belirginleşmesi, Türkçe konuşmayan Balkan Müslümanlarını kendilerini kelimenin Osmanlı’daki dini manası ile “Türk” olarak tanımlamaktan uzaklaşmaya ve daha ziyade yerli tabiatlarını ve Osmanlı öncesi geçmişlerini vurgulamaya mecbur etti

Bununla birlikte bu durum kimliğin yeni problemlerini doğurdu. Geleneksel elitler ile kırsal ahali kendilerini “Müslüman” olarak tanımlamaya meylederken, Bosna Hersek’in modernist aydınları kendilerini İslam inancındaki “Sırplar” veya “Hırvatlar” ve Bulgaristan ile Yunanistan’ınkiler ise modern Türk ulusu kimliği ile deklare ediyorlardı. Son olarak, yurtlarında baskın olmalarına karşın Arnavutluk Müslüman toplumu kendisini Avrupa içinde bir “Kültürel Azınlık” olarak fark etti ve tedricen Arnavut ulusçuluğunun kuruluş mitlerini “Osmanlı Boyunduruğu”nu suçlama ve Arnavutça konuşanların arasında dini bölünmeleri reddetme temeli üzerine adapte etti

1930’larda Balkanlardaki politik tansiyon arttığı gibi bölgede İslamcı ve Pan-İslamcı ideolojiler zuhur etti. 1941’den itibaren 3.Reich Balkan Müslümanları arasında ulusalcı ve Pan-İslamcı duyguları patlatmayı denedi ancak Türkiye’nin savaşa Axis kuvvetleri (Almanya, İtalya, Japonya) yanında girmeyi reddetmesi ve 1943’de askeri durumun tersine dönmesi otonom bir Bosna-Hersek ve bir Büyük Arnavutluk veya Balkan Müslüman halklarının tamamını kuşatacak bir devlet oluşturma planını harap etti.

1945’te komünist rejimlerin bölgede yerleşmesi de Balkan Müslüman toplumlarının geleneksel organizasyonlarında büyük değişiklikler anlamına geliyordu. (Deniliyor ki, İslam dininin kurumlarının hala eğitim ve adalet sorumluluğunu yürüttüğü tek Balkan ülkesi Yunanistan’dır) 1940’ların sonlarında komünistler geleneksel dini kurumları söküp attılar –Yugoslavya’daki Şeriat mahkemeleri kaldırılıyor, vakıflar millileştiriliyor, medreselerin büyük çoğunluğu kapatılıyordu. Bu politika zirvesine bütün dini faaliyetlerin 1967 yılında yasaklandığı Arnavutluk’ta ulaştı. Buna zıt olarak Yugoslavya’da 1960’ların liberalleşme dönemi İslami kurumlarda yeni bir canlanma sağladı ve savaş sonrasının baskılarıyla kesilen tartışmalar yeniden başladı.

Bundan başka, ulusal gayelerin standart taşıyıcıları olan entelektüel elitlerin kayrılan gelişimi komünist dönemin modernizasyonunu hızlandırdı.

Bazı yönlerden, komünist rejimler gelişmeleri sadece hızlandırdı ki onlar zaten İkinci Dünya Savaşından önce fark edilebilir haldeydiler. Soğuk Savaşa rağmen “Osmanlı boyunduruğu”ndan ulusal kurtuluş için mücadelenin kutlanmasına ve komünist projenin modernleştirici boyutu Batı modernizmine örtülü olarak değer vermeye devam etti.

Daha somut olarak, sanayileşme ve şehirleşme, eğitimin ve serbestliğin gelişmesi ve dini aktörlerin kamusal alandan çıkarılması Balkan toplumlarının hızla sekülerleşmesini sağladı ve dini pratik keskin bir şekilde azaldı. İkinci Dünya Savaşı öncesindeki muazzam münakaşa meselesi tesettür giyimi hakkındaki deliller gösterir ki, Müslüman halklar ve özellikle şehirlerde yaşayanlar, bu işlemlerden ayrık değildi. Tesettür giyimi komünist yetkililer tarafından 1940’ların sonlarında yasaklanıyordu. Yarım yüzyıldan daha fazla bir zaman sonra o birçok Balkan Müslüman’ı tarafından kırsal hayatın ve geri kalmışlın simgesi olarak görüldü. Bunun gibi, Bosna Hersek ve Arnavutluk’taki karışık evliliklerdeki (dinler arası evlilik kastediliyor –ç.n) artış komünist modernizasyonun doğrudan sonucudur.

Balkanlarda “iyi komşuluk”un değişik kuralları ve Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasında birlikte var olunan yüzyıllar farklı dini pratiklere yansır. Bununla birlikte, Müslümanların yiyecek tarzının İslami kurallara aykırılığı (alkol veya domuz tüketimi gibi) ve İslam dininin kaldırdığı ve beş yüzyıllık Osmanlı yönetiminin sonucu olmayan ancak komünist modernizasyonun beş onyılından kaynaklanan özel sınıflar yoluyla etnik sınırlar arasındaki ayrılık gevşer.

Bu bakış açısıyla, Balkan İslam’ının bir “Avrupalı İslam” olarak yüceltilmesi, dışarıdaki uzmanlar tarafından komünizm sonrası Balkanlarında Müslüman halkların “radikalleşme”si veya Balkan İslam’ının 18. yüzyıl sonunda kurulan, Şiiliğe, Sufizme ve dini teceddüde düşman olarak tanımlanan “Vahhabilik”e yönelmesi gibi endişeler beyan edildiğinden ,onun özel karakterini açığa çıkarmaktan çok gizler.[xiii]






II - 1990’dan bu yana Balkan İslam’ının Evrimi


Balkan Müslüman Halklarının Politizasyonu

Ulusal kimliklerin belirginleşmesinin artması ve yeni elitlerin zuhuru sebebiyle Komünist rejimler özerk politik aktörler olarak ortaya çıkan Balkan Müslüman halkları için kaçınılmaz şartlar yarattılar. Yine de, bu, bu rejimlerin 1990’daki nihai çöküşlerine kadar yayılan krizlerin görünen politik süreci değildi.

1989’da, Bulgaristan’da Türklerin asimilasyon kampanyası ve Sırbistan’da Kosova’nın özerkliğinin iptal edilmesi şiddetli ayaklanmalarla sonuçlandı. İzleyen yıl, çok partili sistemin uygulanmaya başlanması Bosna Hersek, sancak, Kosova, Makedonya ve Bulgaristan’daki Müslüman halkları temsil eden politik partilerin kurulmasına götürdü. Arnavutluk etnik veya dini temelli politik partilerin kurulmasını yasal olarak yasaklıyordu.[xiv]

Balkan Müslümanlarını temsil için farklı politik partilerin kurulması 1945 öncesi dönemde büyük bir kırılmaydı ki o dönemde geleneksel liderler genellikle merkezi hükümetle olan ilişkilerini müzakere etmeyi ve politik partileri himayecilik temelinde açmayı tercih ettiler. Kural olarak, yeni politik partiler seküler yönelime sahip ve Komünist modernizasyon’un ürettiği yeni elitler tarafından idare ediliyordu.

Başlıca istisna sonraları entelektüel çevreler ve eski Komünist Parti ile bağlanmış himayeci şebekelerle birleşen pan-İslamcı aktivistler tarafından kurulan Bosna Hersek’teki Demokratik Eylem Partisi’dir (SDA). Bununla birlikte, SDA başlangıçta, parçalanan Yugoslavya’daki bütün Müslüman halkları federasyon halinde birleştirmeyi denedi ki bu partiler dini temellerden ziyade etnik temeller üzerinde kuruluyordu. Ayrıca, 1990’ların dramatik durumu içinde bunlar birkaç politik rakip tarafından kendi hegomonyalarına itirazın görüldüğü on yılın başlangıcındaydılar. (Bulgaristan istisna)

Balkan Müslümanlarının politizasyonu bu nedenle demografik ve politik içeriğine güvenerek farklı şekiller alan -ki bu meydana geldi- bir tanesinin dışında genel bir fenomendir. Bu hususta ana istisna doğu Balkanların Müslüman halkları ile batı Balkanlarınki, özellikle eski Yugoslavya, arasında oluştu. Doğu Balkanlarda (Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya) Müslümanlar büyük oranda Türkçe konuşan ve merkezileşmiş ve göreceli olarak stabil devletler içinde toplam nüfusta ancak bir azınlık olan parçasıdır. Onların talepleri politik partilerin söylemi yoluyla onları kültürel haklara karşılık gelen ulusal azınlık statülerinini elde etmekle sınırladı.

Eski Yugoslavya örneğinde, Slavca –ve Arnavutça- konuşan Müslümanlar ya çoğunluğu ya da bağımsız yönetilen bölgelerdeki halkların en büyük azınlığını oluşturur. Geniş kültürel ve politik haklar kullanılabilen Komünist Yugoslavya’da bu bölgelerdeki Müslüman halklar bölgesel otonomiden (Sancak ve Güney Sırbistan’daki Preshevo Vadisi) devletin federasyona dönüştürülmesi (Makedonya) veya bağımsızlık (Kosova ve Bosna Hersek) taleplerine kadar çok daha radikal taleplerde bulundular ve Yugoslavya Federasyonunun şiddetli dağılışı ile yüzleşildi.

Gerçekte, Yugoslavya savaşları iki devletin veya Müslüman çoğunluklu yarı devletlerin zuhuru ile neticelendi: Bosna Hersek iki unsura bölündü ve Kosova, nihai statüsü çözümsüz kaldı. Yine burada, dini bölünmeler politik hayatta ancak bölgesel ve ailesel bağlar kadar bir rol oynadığından ve halkın Müslüman kesimi lehine özel taleplerde bulunan politik parti tanınmadığından Arnavutluk farklı bir örnektir.

[i] “Avrupalı İslam” tasarımı kamusal alana ortak farklı Müslüman toplulukların Avrupa’daki yaşayışını ve onların Müslüman olmayan ve yine çoğunlukla sekilerleşmiş toplumlara entegrasyonunun İslam’ın yeni yorumlarının ve pratiklerinin zuhur etmesine etkisini ilgilendirir. Diğerleri arasında bakınız, Jorgen NIELSEN, Towards a European Islam, Basingstoke: Macmillan (1999); Olivier ROY, Vers un islam européen, Paris: Esprit (1999). For a critique of the notion of a “European Islam”, see Alain ROUSSILLON, “‘Islam d’Europe’ or ‘Musulmans européens’: reconduire l’exception musulmane?”, Cahiers d’étude sur la Méditerranée orientale et le monde turco-iranien, n° 34 (July 2002), pp. 331-338.

[ii] Lozan Antlaşması Yunan-Türk savaşının sonunda 1923’de imzalanıyordu ve Yunanistan ile Türkiye arasında halkların değişimini dini kriterlere göre organize ediyordu. Bu antlaşma değişimden ayrık tutulan az sayıda halkın haklarını da tanımladı. (Batı Trakya Türkleri ve İstanbul’daki Rum Ortodokslar) Antlaşma Batı Trakya’nın Müslüman azınlığı için iki dilli bir eğitim sistemini düzenledi ve Yunan yetkililer tarafından atanan müftüye aile hukuku problemlerinde geniş yetkiler verilmesini garanti etti.

[iii] Bundan sonra Makedonya olarak tanıtılacak

[iv] Yugoslav savaşlarının boyutları hakkında daha fazlasını okumak için bakınız; Thomas BREMER
(Hg), Religion und Nation im Krieg auf dem Balkan, Bonn: Justitia et Pax (1996); Vjekoslav PERICA, Balkan Idols: Religion and Nationalism in Yugoslav States, Oxford: Oxford University Press (2002).

[v] Tüm bu çalışma boyunca “Müslümanlar” veya “Müslüman halklar” kavramları onların gerçek (şimdiki, güncel) dindarlık seviyelerini dikkate almaksızın Müslüman bir aileye veya kültürel geçmişe (yeni ifadesi ile sosyolojik Müslümanlar) sahip kişileri veya halkları ifade eder. Balkan İslam’ı hakkında daha fazlasını okumak için bakınız; Alexandre POPOVIC, L’islam balkanique. Les musulmans du sud-est européen dans la période post-ottomane, Berlin-Wiesbaden: Otto Harrassowitz (1986); Hugh POULTON & Suha TAJI-FAROUKI (eds.), Muslim Identity and the Balkan State, London: Hurst (1997); and Xavier BOUGAREL & Nathalie CLAYER (dir.), Le nouvel Islam balkanique. Les musulmans, acteurs du post-communisme (1990-2000), Paris: Maisonneuve & Larose (2001).

[vi] Pomaklar Bulgarca konuşan Müslümanlardır. Büyük çoğunluğu Bulgaristan’da yaşar (150 -200 bin arası) ancak Pomakların daha küçük bir kısmı (30 bin civarı) Yunanistan’ın Trakya bölgesinde yaşar. Orada Torbeşler gibi diğer Slavca konuşan Müslüman halklar da vardır ki Torbeşler Makedonca konuşur ve Makedonya’da yaşar (80 – 100 bin arası) ve yine Goraniler Makedonca’ya yakın bir lehçe konuşur ve güney Kosova’da yaşar (20 – 30 bin arası).

[vii] Sünni İslam dört temel hukuk okuluna (mezhep) sahiptir. Hanefi mezhebi Ebu Hanife tarafından 8.yüzyılda kuruldu ve Osmanlı İmparatorluğunun resmi mezhebiydi ve 1990’lara kadar Balkanlar’da tek olarak görülüyordu. Yeni Selefiler (24.nota bakınız) sıklıkla, 9.yüzyılın başlarında Ahmed ibn Hanbel tarafından kurulan katı Hanbali mezhebihe yakın olarak düşünüldü.

[viii] Bektaşilik aykırı bir sufi tarikatıdır ki en iyi, takipçilerinin 1945 öncesi toplam nüfusun %15’ini temsil ettiği Arnavutluk’ta yerleşmiştir. Alevilik avama mahsus bir dindir ki, Anadolu ve Balkanların kırsal bölgelerinde bir miktar mevcuttur ve kimi açılardan Bektaşilere benzerler. Bektaşiler ve Aleviler Muhammed peygamberin kızının eşi Ali’ye özel bir bağlılığı paylaşırlar ki bazı yabancı uzmanlar yanlış anlayarak onları Şii Müslümanlar olarak kabul ederler.

[ix] Dayton Barış Anlaşmasının 1995’de imzalanmasından bu yana Bosna Hrxersek resmi olarak iki etnik unsura bölündü: Bosna Hersek Federasyonu, sıklıkla “Boşnak – Hırvat Federasyonu” olarak tanımlanır kendisini on etnik kantona bölmüştür (beş Boşnak, üç Hırvat ve iki “ karışık” kanton) ve Republica Srpska (“Sırp Cumhuriyeti”)


[x] Diğerleri arasında bakınız; , Ludwig STEINDORFF, “Von der Konfession zur Nation: die Muslime in Bosnien-Herzegowina”, Südosteuropa-Mitteilungen, vol. XXXVII, n° 4 (1997), pp. 277-290.

[xi] Diğerleri arasında bakınız; Nathalie CLAYER, Religion et nation chez les Albanais XIXe-XXe siècles, Istanbul: Isis (2003).

[xii] Selefilik 19.yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bir düşünce ekolüdür ve dini gelenekleri körü körüne taklidi kırmak ve dinin yorumunda yeni bir çaba başlatarak Selef-i Salihin’in dinini geri döndürmeyi istemiştir. Selefilik her ikisinde, dini reformist ve seküler ulusalcı hareketleri etkiledi ki 20.yüzyılın başlarında Müslüman dünyada ortaya çıkan bir neo-Fundamentalist veya neo-Selefi bir hareket 1970’lerden ilerisini etkileyerek büyüdü (bkz 24.note)

[xiii] 1932 yılında Suudi Arabistan Krallığı kurulduğunda Vahhabilik onun resmi mezhebi oldu.

[xiv] In 1993, the Albanian authorities refused to register the Islamic Democratic Union Party
(PBDI). They did, however, tolerate the creation of the Union Party for the Rights of Man
(PBDNJ), which originally represented the Greek minority in Albania.

* ARNAVUTLARIN MÜSLÜMANLIĞI ENTEGRASYONA ENGEL DEĞİL















Olsi Jazexhi’nın Avrupa Parlementosu üyesi Doris Pack ile Arnavutluk Müslümanları hakkında yaptığı röportaj

OLSİ JAZEXHİ : Amerikan Başkanı George W. Bush bu hafta sonu Arnavutluk’u ziyaret edecek, onun, Arnavutluk’un barışçı Müslümanların yaşadığı bir ülke olduğu yönündeki açıklaması bazılarını rahatsız etti. Bir kısım yazarlar Bay Bush’un bizi Müslümanlar olarak resmeden açıklamasının Arnavutluk’un Avrupa Birliği’ne entegrasyonuna zarar vereceğini iddia etti. Sizce bu doğru mudur?

DORİS PACK : Kimse bir ülkeyi onun inanışına rağmen tanımlamamalıdır. Bay Bush anlaşılır bir şekilde sürekli olarak korkunç 11 Eylül saldırısı ile meşguldür. Ben tahmin ediyorum ki o yalnızca Arnavutluk’a dostça bir şeyler söylemek istedi, oradaki kesin gerçekliği bilerek değil. Kimse bununla Avrupa Birliği’ne entegrasyon arasında bir ilişki görmemeli. Arnavutluk yüzyıllardır bir Avrupa ülkesidir. Onun vatandaşları Avrupalıdır. –Onların dini aidiyetleri büyük oranda Müslümanlık, Ortodoksluk ve Katoliklik arasında yayılmıştır.- Ve bildiğim kadarıyla dini pratikleri tamamen yasaklayan Hoca’nın diktatörlüğünden sonra insanların bir çoğu inançsızdır.

OLSİ JAZEXHİ : Tiran’daki bir günlük gazetede, Brüksel’de yerleşik bir gazeteci bazı Avrupalı bakanların kendisine Arnavutluk’un Avrupa Birliği’ne katılamamasının sebeplerinden birisinin onun İslam Konferansı Teşkilatına üyeliği olduğunu söylediklerini iddia etti. Avrupa Birliği’nin Arnavutluk’un İKÖ gibi diğer teşkilatlara üye olmasından rahatsızlık duyduğu doğru mudur?

DORİS PACK : Ben böyle bir açıklama yapan herhangi bir meslektaşımı bilmiyorum. Bu açıklama Avrupa Parlamentosunun kararı / çözüm yolu değildir. Ben hatırlıyorum ki 90’ların başında Başkan Berisha İslam Konferansı Teşkilatı üyeliğini istedi. Ama bu Arnavutluk Parlamentosunda hiçbir zaman onaylanmadı ve Arnavut yetkililerin onların toplantılarına katılımı her zaman düşük düzeyde oldu. Biz niçin bundan korkmalıyız ki? Arnavutluk orada onların Avrupa’yı anlamasına yardım etmek için Avrupa’nın bir çeşit gözü bile olabilir.

OLSİ JAZEXHİ : Arnavutluk’taki insanların 1 / 4 ‘ü arasında Batı Avrupa’nın Arnavutluk’un Avrupa Birliği’ne entegrasyonundan hoşlanmamasının sebeplerinden birisinin bizim Müslüman Osmanlı mirasımız olduğunu iddia etme eğilimi var. Avrupa Birliğinin Arnavutların %70’inin Müslüman olmasıyla bir problemi var mıdır?

DORİS PACK : Hayır. Bu saçmalıktır. Sizin mirasınız bizim mirasımız gibidir. Herhangi birisi Arnavutluk’u anlamak ve sevmek için Kadare’nin kitaplarını okumalıdır. (ÇEVİRENİN NOTU: İsmail KADARE Arnavutları ‘Beyaz Avrupalı’ ve ‘Hıristiyan’ olarak tanımlayan, Osmanlı’yı işgalci olarak resmeden bir Arnavut yazardır. Arnavutluk Müslüman Forumu 2006 yılında İsmail Kadare’yi ırkçılık ve İslam karşıtlığı ile itham etmişti: http://www.forumimusliman.org/turkce/kadare.html ) Arnavut entegrasyonu sadece onun Avrupa Birliğine kabul edilmek isteyen tüm diğer ülkeler gibi bütün şartları icra etmesi ve onun politikalarını başarmasına bağlıdır. Aynı şey Bosna Hersek, Sırbistan, Karadağ, Kosova ve Makedonya için de geçerlidir.

Türkiye ile ilgili olarak, Avrupa Birliği içinde bir çok sebeple farklı görüşler mevcuttur ki burada tartışılmaz.

OLSİ JAZEXHİ : İslam hakkında konuşalım. Avrupa Birliği Müslümanlara yabancılar olarak mı yoksa onun yeni bir kültürel kimliği olarak mı bakıyor?

DORİS PACK : Yukarıda açıkladığım gibi, Avrupalı Müslümanlar diğer inananlar veya inanmayanlar gibi birlikte var olunan vatandaşlardır ve onların kültürü dahi bizim Avrupalı kültürümüzün bir köşe taşıdır.

OLSİ JAZEXHİ : Orada, Kosova ve Arnavutluk’ta iş yapan organize suç şebekeleri ve yozlaşmış kurumların varlığı hakkında ortak bir anlayış var. Bazı çevreler arasında Arnavutluk ve Kosova’daki Arnavutların Batı’daki kötü şöhretlerini bizim Müslüman ve İslami kimliğimize yorma eğilimi var. Bu doğru mudur?

DORİS PACK : Bu doğrudur ki, Kosova’da, Arnavutluk’ta ve yine bazı Avrupa Birliği ülkelerinde bir çok suç fiili Arnavutlarla ilişkili şebekelerce organize edildi. Bu maalesef Arnavutların genel imajını lekeleyen üzücü bir gerçektir. Ancak, bu herhangi birinin dini kimliği ile ilişkilendirilemez

OLSİ JAZEXHİ : Avrupa Birliği Arnavutluk ve Kosova’daki dini haklarla ilgileniyor mu?

DORİS PACK : Hepsi ile değil. Sizin problemleriniz başkadır.

OLSİ JAZEXHİ : Arnavutların Avrupa Birliği’ne girmesi için neyi izlemelerini tavsiye edersiniz?

DORİS PACK : Sonu gelmez parti politikası mücadelelerini durdurmanızı, normal vatandaşların normal hayatlarını kolaylaştırmanızı ve geliştirmenizi, Arnavutluk yönetimlerinin kabul edip imzaladığı Stabilizasyon ve Birlik Süreci’ni izlemenizi – onu yerine getirmenizi- , suç şebekeleriyle mücadele etmenizi. En azından tüm vatandaşlara bir kimlik kartı vermenizi ve diğerleri.


İngilizce’den tercüme eden : Gürkan BİÇEN

Doris Pack Avrupa Parlamentosu’nun Güneydoğu Avrupa Komitesi Başkanı ve Muhafazakar Hıristiyan Demokratik Birliği’nin üyesi Alman politikacıdır. Srebrenica katliamının 10.yılındaki anma törenlerinde katliamı “Avrupa’nın utancı” olarak nitelemesiyle hatırlanıyor.





* Tebriklerimiz Türk Halkına


Tebriklerimiz Türk Halkına
Israil Shamir
27 Temmuz 2007

Tebriklerimiz, İslami Partinin seçim zaferi sebebiyle Türk halkına! Bu kaçınılmaz bir olaydır: Doğu Tanrı’ya döner ve kendi yolunu arar. İstanbul Gazze’yi izledi: AKP yönetimi Filistin yönetimi Hamas’a, İslami İran’a, Ortodoks Yunanistan’a ve Rusya’ya, Irak yakınındaki işgal karşıtı dini kuvvetlere dost olacak. O, onun Amerikan sever ve Tanrı düşmanı generalleri, Türk Dahlanları, kışlalarına sokulurken, Doğulu mozaikteki süsleyici yüksek mevkiini yine alacak. Milliyetçiler bizi bölerken, Tanrı inancı bizi birleştirecek.

Atatürk’ün mirası, bu milliyetçi doktrinlerle fazlaca uzun karasevda, gereğinden fazla bulundu. Bu, Türkiye bakiyesinin kurucusu, Birinci Dünya Savaşının sonuçları sebebiyle ülkedeki büyük yıkımla iktidara geldi. Türkiye Avusturya’nın kaderine katlandı: her iki ülke muzaffer Anglo-Amerikanlar tarafından parçalanıyordu. Her ikisi şiddetli milliyetçi liderler doğurdu: Adolf Hitler din karşıtı ve milliyetçi olarak Kemal Atatürk gibiydi. Onlar yalnız değildi: Aynı zamanda / aynı derecede din karşıtı rejimler Rusya ve Meksika’da iktidara geldi. Lenin “bozhenka”yı küçümseyen konuşma yaparken, Atatürk onun ateşli rakısını Ramazan ayında halk mekanlarında onun dini inancı küçük gördüğünü göstermek için içmeye meyyaldi. Dünyanın öbür ucunda, Japonlar ve Çinliler Buda’ya karşı ayaklandı.

Bugün, Atatürk ve onun seleflerini, Genç Türkler (Jön Türkler), suçlamak kolaydır. Onlar, karanlık güçlerle, Siyonistlerle, Batılı emperyalistlerle ve de güçlü Masonlarla gizli ilişkiler kurdular. Onlar yüzyıllar süren Türk İmparatorluğunun temelini yok ettiler. Onlar Türkiye’nin dilini ve kültürünü yok ettiler. Arap alfabesi yerine Latin alfabesini kullanmayı zorladılar ve milyonlarca Türkü cahil yaptılar. Onların yeni yazım yolu eski edebiyat ve İslam kültürlerine komşuluk ile derin bir uçurum yarattı. Onlar toprakları özelleştirdiler ve yeni bir topraksız sınıf yarattılar. Fakat bu sayıp dökmeye şu an ihtiyaç duyulmuyor.

Yine de, herhangi birisi onları anlayabilir. Eski rejimler Doğuyu Batı hücumundan korumaktan düştüler ve insanlar, ucuzluğun daha etkili Batılı Tanrısını tercih etmeleri yoluyla, bu hata için tanrılarını cezalandırdılar. Yönetimi ve orduyu modernize etmek ve Batılı düşüncelere daha uygun yeni bir dil bulmak kaçınılmaz bir ihtiyaçtı. İnanç, eski rejimin sütunu olarak telakki ediliyordu. Öyle ki, o gitmek zorundaydı. Hala korkutuluruz: Ermenilerin karşı koyuşu, Yunan ve İngiliz saldırıları, Atatürk kurtarılabilir ne varsa bir kısmını kurtardı, buna rağmen, korunulması gereken ne varsa çoğunu kaybetti.

Bu gelişme trajik ama bağışlayıcı bir şekilde kısa ömürlüydü. Doğunun insanları tıpkı öğretmen sınıftan ayrıldığında okul çocuklarının durumu gibi gem vurulmamış bir serbestliğe koşmuştu. Çok kısa zaman sonra onlar fark ettiler ki, bu hoşgörüsüz öğretmenin yerini çok daha güçlü zorbalar alıyordu ve onların özgürlüğü sadece kısa zamanlı bir illüzyondu. Atatürk’ün takipçilerinin yönetiminde Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri tarafından sömürgeleştirildi; NATO üsleri onun topraklarına yayıldı ve Altıncı Filo onun limanlarında evinden uzak yeni bir ev buldu. Siyonistlerin Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasına büyük katkı sağlamasına rağmen Türkiye, Siyonist devletin yakın dostu oldu. “Arap ihaneti”nin tarihi yapay olarak tanıtılır ve yayılırken tarihin bu parçası unutuldu.

Türkiye’deki müminlere yapılan zulüm yeryüzündeki herhangi bir yerdekinden daha uzun sürmüştür. Ruslar kiliselerini tamir etti ve Japonlar Jinjalarına (Japonların kullandığı tapınaklar. Ç.N) geri döndüler ama, Türkler hala sakal uzatamıyor veya milli kıyafetlerini giyemiyorlar. Chomsky’nin tercümanı (ve benimki de), dostumuz Fatıma, şayet evindeki kişisel mahremiyetinde değilse, çadorunu sadece Amerika’daki ziyaretinde giyebilir. Şimdi inşaallah, bu eski baskının kalıntısı kaybolacak ve Türkler Che Guevara gibi sakallarını uzatabilecekler.

Milliyetçi rejimin daha büyük problemi onun dayanışmasızlığıydı. Türkiye’de veya Filistin’de, ulusal elitler halka yeterince önem vermediler. Sıradan insanların refahını yükseltmekten ziyade onlar Avrupa’nın oyun alanına serbestçe girişi elde etmekle ilgileniyorlardı. İnananlar, Türkiye’nin ve Filistin’in sıradan insanları, onların halk kurumları yoluyla hayati ilgilerini korumak zorundaydılar. Bu kurumların dışında daha sonra İslami partiler yayıldı. Onlar, insanların isteklerinin doğru ifadesidir ve inşaallah bozulmadan kalacaklar.

Bu zafer Filistin için çok önemlidir. Özgürce seçilen Hamas hükümeti İsrail ve söz dinler Amerika ve Avrupalılar tarafından iktidarsız hale getirildi. Şimdi orada Siyonist blokajı kırmak için bir şans var. Bu, tüm dünya için önemli bir zaferdir, İslami bir Türkiye, İran’a olması yakın saldırıda Amerika Birleşik Devletleri’ne yardım etmeyecektir. İnşaallah Türkler ABD’ye üsleri ve limanları kullanmayı yasaklayacaklar, bu suretle saldırı planlarını bastıracaklar.

Milliyetçi partiler büyük bir yanlışa düştü: Onlar yasal olarak seçilen İslami partiyi Cumhurbaşkanını aday gösterme haklarından mahrum bıraktılar ve şikayet için Avrupa’ya gittiler. Böylece Kemal Atatürk’ün ana başarısını şiddetle zayıflattılar. Daha fazla zarara sebep olmadan önce onlar kendi kardeşlerinin örneğine, Cezayir’deki FLN generallerine ve Filistin’deki El Fetih’in savaş ağalarına bakmalıydılar ki, dindar partilerin haklı olarak kazandıkları seçim zaferini yalanladılar, sivil savaşa sebebiyet verdiler ve onların ahlaki varlıklarına tümüyle el koymaları sebebiyle insanların daha çok nefretini kazandılar. Orada halkın uygulamasına izin vermeyecek ama makul birinin bu yemi yutmayacağı, kana susamış herhangi bir generale desteğe hazır Batılı kuvvetler vardı.

İslami Parti AKP homojen değildir – orada Amerikan sever ve Doğu sever unsurlar vardır- öyleyken onun zaferi bir sondan ziyade sadece bir başlangıçtır. Eğer onlar, onların bağımsızlık yoluna sokulursa partideki arkadaşlarımız yoğun şekilde desteklenmeli: Filistin, İran ve Rusya ile sıcak arkadaşlık, komşuları Yunanistan ve Suriye ile tam bir işbirliği, Türkmenistan, Azerbaycan ve Özbekistan’ın sıkıca korunması, Kürt bölgesi dahil Irak’taki işgal rejimini samimiyetle reddetme, Hizbullah ve Müslüman Kardeşler dahil eski Osmanlı bölgesindeki dost İslami hareketlerin cömertçe desteklenmesi. Onlar sadece insani ve toplumsal tolerans ve dayanışma yaratma yoluyla Yahudi – Amerikan, “despot İslam” iddiasını tekzip edecekler.

Doğuda birçok değişiklik olacak. Eğer bizim düşmanlarımız kazanırsa, Doğu, savaş ağaları ve gangsterlerin yapboz oyunu içinde parçalara ayrılacak. Bu onların Osmanlı İmparatorluğuna yaptıklarıdır. Bu onların Irak’a yaptıklarıdır. Bu onların Filistin’de halen yapıyor oldukları ve İran için planladıklarıdır. Ama bugün, bu seçimlerden sonra, bu gelişme tek mümkün olan değildir. AKP zaferi, Batı kuvvetlerinin parçalamasından uzaklaşıp Doğu’nun yeni entegrasyonuna yönelen bir dönüm noktasıdır.

http://www.thetruthseeker.co.uk/article.asp?ID=6927

İngilizce’den tercüme eden Gürkan Biçen

* Yasaklar Sürüyor


Yasaklar Sürüyor
Filistin’de Yasaklama Altında Hayat

AMIRA HASS
22 Ocak 2007




Batı Şeria’daki yasaklamaların yumuşatılması sözleri gerçek resmi gizliyor. Birkaç barikat söküldü ama buradaki yasaklar sürüyor. (Bu bilgiler Haaretz, İnsani İlişkilerin Koordinasyonu için Birleşmiş Milletler Ofisi ve Machsom Watch vasıtasıyla toplanılmıştır)

Sabit Yasaklar

* Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilerin Batı Şeria’da kalması,

* Filistinlilerin Doğu Kudüse girmesi,

* Batı Şerialı Filistinlilerin Erez sınır kapısından Gazze Şeridi’ne girmesi,

* Filistinlilerin Ürdün Vadisi’ne girmesi,

* Filistinlilerin köyler, araziler, kasabalar ve mahalleler boyunca çitler ve Yeşil Bölge’yi ayıran “bağlantı hattı”na girmeleri (Batı Şeria’nın yaklaşık %10’una tekabül ediyor),

* Nablus bölgesindeki Beyt Furik ve Beyt Dajan köylerinde ve Hebron’un güneyinde Ramadin’de mukim olmayan Filistinlilerin buralara girişi,

* Filistinlilerin yerleşimcilerin bölgesine girişi (Toprakları yerleşimcilerin bölgesinde olsa bile),

* Filistinlilerin Nablus’a bir araç ile girmeleri,

* Kudüs’te mukim Filistinlilerin A bölgesine girmesi (Batı Şeria’daki Filistin kasabaları),

* Gazze Şeridi sakinlerinin Batı Şeria’ya Allenby kapısından girişi,

* Filistinlilerin Ben-Gurion Havalimanı yoluyla seyahat etmesi,

* 16 yaşından küçük çocukların orjinal bir doğum sertifikası ve aile refakati olmaksızın Nablus’tan ayrılması,

* Izinli Filistinlilerin İsraillilerin ve turistlerin kullandığı kapıları kullanarak İsrail’e girmesi,

* Gazze sakinlerinin Batı Şeria’da ikamet tesis etmeleri,

* Batı Şeria sakinlerinin Ürdün Vadisi’nde Beyt Furik ve Beyt Dajan köyleri veya bağlantı hattındaki topluluklarda ikamet tesis etmeleri,

* Filistinlilerin Batı Şeria dahiline ticari emtia ve yük geçirmeleri yasaklanılıyor.

Periyodik Yasaklamalar

* Batı Şeria’nın bazı kısımlarının sakinlerinin Batı Şeria’nın diğer kısmına seyahatleri yasaklanılıyor.

* Bazı yaş gruplarındaki insanların, genel olarak 16’dan 30, 35 veya 40’a kadar olan erkekler, ikamet ettikleri bölgeleri terk etmeleri yasaklanılıyor. ( Genellikle Batı Şeria’daki Nablus ve diğer şehirler)

* Özel araçlar kuzey ve güney Batı Şeria’yı ayıran Swahara – Abu Dis kontrol noktasından geçirilmeyebiliyor. Bu ilk kez iki hafta evvel yasakların yumuşatılması kapsamında iptal ediliyordu.

Seyahat izni için istenenler

* Bir manyetik kart. (İsrail’e giriş kasdediliyor ancak Batı Şeria kontrol noktasından geçişi kolaylaştırıyor)

* İsrail için çalışma izni. (işveren yerel yönetim ofislerinden olmak zorunda ve bir kişi için verilir)

* İsrail ve Doğu Kudüs’teki hastanelerde tıbbi tedavi için izin.

* Ürdün Vadisi kontrol noktalarından geçmek için seyahat izni.

* Ticari malların nakliyesi için tüccar izni.

* Bağlantı hatları boyunca çiftçilik yapma izni için toprak kayıt ofisinden bir form, tapu kaydı ve mülk kaydı ile birinci derecede ilişkili olduğunun delili gerekiyor.

* Bağlantı hatlarına girişi izni (akrabalar, sağlık ekipleri, inşaat işçileri ve diğerleri için. Bunlar çok uzak veya erken kapanıyor olsa bile izinleriyle aynı geçiş noktalarından girmek ve ayrılmak zorundadırlar.)

* Gazze’den çıkıp İsrail’den geçerek Batı Şeria’ya geçme izni.

* 16 yaşından küçük çocuklar için doğum sertifikası

* Bağlantı hatlarında yaşayanlar için buralarda uzun zamadır ikamet ettiğini gösteren kimlik kartı.
Kontrol Noktaları ve Bariyerler

* 9 Ocak 2007 itibariyle Batı Şeria’da 75 ana kontrol noktası vardı.

* Eylül 2006 itibariyle haftada ortalama 150 seyyar kontrol noktası vardır.

* Orada yollar ile köyler arasına yerleştirilmiş beton küpler, toprak siperler dahil 446 engel, 88 demir kapı ve anayollar boyunca 74 kilometre çit vardır.

* Sahiplerini topraklarından ayıran ayırma çiti boyunca 83 kapı vardır. Bu kapıların ancak 25 tanesi bazen açılır.

İngilizce’den tercüme Gürkan Biçen

http://www.counterpunch.org/hass01222007.html





* KİM KORKAR İRAN BOMBASINDAN


Kim Korkar İran Bombasından

Uri Avnery

İngiltere’nin 1940’taki destansı savaşının zirvesinde, ki İngiliz pilotları korkunç bir oranda öldürülüyordu, resmi propaganda morelleri yükseltmek için bir fikir getirdi. Kraliyet Hava Kuvvetlerinin üslerinin duvarlarında şu sözlerle bir poster görüldü: “Kim korkar Ju – 87’den ?” (Ju-87, o zamanlar en etkili Alman uçaklarından birisiydi)
İsmi meçhul bir pilot “Burayı imzala!” yazdı. Birkaç saat içinde üssün bütün pilotları imzalamıştı.

Eğer bugün birisi “Kim korkar İran’ın nükleer bombasından ?” sloganıyla bir poster asıyor olsa inanıyorum ki İsrail’deki bütün insanlar ve çok daha fazlası bunu imzalayabilir.

Bu gösteriyor ki biz İsrailliler her zaman bir şeylerden korkma ihtiyacı içindeyiz. Biz güne gözlerimizi açtığımızda günün tehlikelerini görmek zorundayız. Orada ne için kalkıyoruz ? Belki halk sorumlu değildir ancak kontrol yöntemi olarak korkuyu kullanan politikacılar sorumludur.

Çok uzun zaman evvel değil, bu Hizbullah’tı İsrail’i ortadan kaldırmak isteyen Müslüman fanatikler, Şii çılgınlardı. Roketlerden dev bir cephanelik. Tanrım bizi koru!

O zaman orada bir savaş vardı. Roketler fırlatılıyordu. Can ve mal kayıpları hafife alınarak mukayese ediliyordu. Korkunç Hizbullah tehlikesi bir köşeye itiliyordu. Doğrusu, Hizbullah nerede olduğunu hatırlattı. Roketler ikmal ediliyordu ve Nasrallah çileden çıkarmaya devam ediyordu. Ancak tüm bunlar gerçek ilgiyi sona erdirmedi. Yaşanılan tehlike artık heyecan verici değildi.

Şimdi Lübnan’da iflas eden askeri yöneticiler büyük bir çaba ile yeni bir korku yaratmaya çalışıyorlar: Gazze Şeridi’deki Hamas. Şimdi, burada biz doğrudan doğruya ve korkunç bir tehlikeye sahibiz. Tonlarca nizami patlayıcı tünellerden geliyor. Her saniye Hamas modern anti tank silahlarıyla ve yine uçaksavar silahlarıyla techizatlanacak. Hamas yer altı istihkamları yapıyor. Bu korkunç değil midir?

Medyadaki askeri ve politik papağanlar tümüyle harekete geçiriliyor. Bütün medya papağanlığı kan dondurucu mesajı tekrarlıyor sabah, öğlen ve akşam: Gazze ikinci Güney Lübnan oluyor!

Bazı şeyler bitmek zorunda! Bekleyemeyiz! Ordu Gazze Şeridi’ne girmek, işgal etmek zorunda, en azından bir kısmını!

Ama halk bunu ciddiye almıyor. Düşman geri püskürtmeye muktedir olmadığında korku yaratmak zordur. Bizim uçaklarımız, tanklarımız ve cesur gençlerimiz orada engelsiz öldürüyor. Öyle ise oradaki korku nedir?

Ama, İran hikayesinde bir şeyler bütünüyle farklıdır. Orada korkmak için sebep vardır.

Burada biz, devletimizin varlığına tümüyle muhalif olduğunu açıklayan ve bizimle kitle imha silahlarıyla yüzleşebilir bir düşmana sahibiz.

İran’ın seçilmiş başkanı Mahmud Ahmedinejat başıboş provokatif açıklamalarıyla gerçekten eğleniyor. Bunlar onun özel hobisi ve dahi başarılı bir iç politika manevrası. O, Holokost tümüyle olmadı ve eğer olmuş olsa bile açıklandığından daha küçüktü; yine, her şey araştırılmak zorundadır, demişti. O “Siyonist rejim”in imhasını da ilham ediyordu.

Gerçeği söyleyelim; o tümüyle böyle söylemedi. O, “İsrail’i haritadan silme”yi kasdediyor şeklinde haber veriliyordu. Bir çok sahih tercümeye göre, ki ben gördüm, doğrusu o, “İsrail geleceğin haritasından silinecek” diyordu. Fakat bu ürkütücü olmak için yeterlidir.

Bu ürkütücüdür zira, İran birkaç yıl içinde bir atom bombasına sahip olabilir. Görülüyor ki bu engellenebilir değildir. 25 yıl evvel, İsrail Irak’ın bir nükleer reaktörünü bombaladı. İran ders aldı ve nükleer tesislerini birçok farklı yere dağıttı. İsrail’in kapasitesi onları imha etmeyle yeterli değildir. Faşist ideolojinin taraftarı Avigdor Liberman’ın “Stratejik Tehditin İdaresi Bakanı” olarak görevi bu hususu değiştirmez.
Eğer dünyanın dördüncü veya beşinci askeri gücü İsrail bunu yapamaz ise her şeyin bir numarası Amerika Birleşik Devletleri ne yapacak? İşte, her ikisi de (bir şeyler) yapabilir değil. Yer altına gömülü tesisler yok edilemeyebilir ve bunu takip edecek savaş kara kuvvetlerini kullanmaksızın kazanılamaz. Ve Irak ve Afganistan’daki fiyaskolardan sonra bunu özleyen fazlaca aklı başında Amerikan generali yok.
Öyleyse, tamamen mümkündür ki İran başkanı birkaç yıl içinde yalnızca dudağındaki böbürlenmeye değil ellerindeki nükleer silahlara da sahip olacak. Eğer bu korkunç değil ise korkunç olan nedir ben bilmiyorum.

Peki, öyleyse niçin ben korkutulmuyorum?

İsrail’de yaşıyorum ve hayatımın tümünü burada yaşamaya niyetliyim. İsrail küçük bir ülkedir ve onun halkının büyük bir kısmı Büyük Tel- Aviv’de yaşar. Ben şehrin merkezinde yaşıyorum. Amerikalıların deyimiyle Sıfır Noktası’nda.

Eğer yaşadığım binanın üzerine Hiroşima tipi küçük ve ilkel bir nükleer bomba düşerse İsrail nüfusunun büyük çoğunluğu yok olur. Bunun gibi iki veya üç bomba İsrail’e son vermeye yeterlidir. (Filistin bölgesindeki komşularıyla birlikte)

Ama ben bunun olacağına inanmıyorum.

Bunun olabilirliğine inanmak için İranlı liderleri bir araya toplanmış deliler olarak görmek zorundasınız. Ahmedinejat’ın çabalarının devamlılığı bizi ikna eder ki; o bir çılgındır. Ben bundan emin değilim.

Ben inanıyorum ki, İran liderliği, özellikle dini – politik liderlik, bir çok aklı başında kişinin birleşimidir. Gücün tecessüm etmesi sebebiyle onlar dikkat ve beceriyle yürüyorlar. Onlar hiçbir savaşı başlatmadılar. Aksine, onlar son 2000 yıldır İran’ın hiçbir savaşı başlatmamış olmasıyla gurur duyarlar. Ve İran sisteminde başkan yalnızca gerçek kontrol sahibi Ayetullahlara tamamıyla itaat eden bir politikacıdır. (İşin garibi aynı sistem bizim kendi radikal partilerimizde de vardır. Agudat İsrail ve Shas gibi)

Ahmedinejat’ın söylediklerini gözardı etmiyorum. Adolf Hitler ve Kavgam’dan sonra kim bu gibi niyet açıklamalarını gözardı edebilir ki? Ama İran başkanı Alman Führeri’nin gücüne sahip değil. Bu iki ülke tamamen farklıdır ve tarihi koşulları da öyledir.

Tel – Aviv’in yok edilmesi ister istemez Tahran’ın ve antik ve görkemli Pers kültürünün çok kıymetli hazinelerinin yok edilmesini getirecektir. Satrançtaki deyimiyle, kralların değişimiyle vezirler değişmeyecektir. İran ile İsrail arasında daha evvel Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasında 3.Dünya Savaşını önleyen ve halen Hindistan – Pakistan savaşının mümkünlüğünü önlüyor olan bir “Terör Dengesi”nin yerleşeceğini varsaymak çok makuldür.

Bunun yerine biz; İsrail, İran ve belki Mısır ve Suudi Arabistan gibi nükleer bombalara sahip olacak Arap devletlerinin yeni bir durum yaratacaklarını beklememeliyiz. Nükleer cin şişenin dışındadır ve tüm dünyaya yayılmaktadır

Eğer askeri seçenek yok ise ne yapılabilir?

Tehlikeyi atlatmanın yolunda/kuralında ana çaba Filistin halkı ve tüm Arap Dünyası ile barış yapmak olmalıdır. Ehud Olmert gibi insanlar kendilerini Filistin probleminin küresel ve bölgesel süreçlerden izole edilebileceği konusunda kandırabilirler. Ancak problem değişmez bir akıntı içinde olan birçok unsurdan etkileniyor.

Amerika Birleşik Devletleri ile güçlü bir ilişki, ki bizim dünyadaki tek müttefikimizdir, (Fiji, Micronesia ve Marshall adaları içinde umuluyor) yavaşça ama karalı bir şekilde azalıyor. İran bölgesel bir güç oluyor. Nükleer yön tarihi çatışmaya yeni bir boyut katar. Yunan filozofun dediği gibi: Her şey akar (değişir).

Generaller Gazze’de Hamas’a karşı büyük bir zafer hakkında halüsinasyon görebilir. Olmert tıpkı Hamlet gibi kendisine sorabilir, “konuşmak ya da konuşmamak” (Mahmud Abbas ile) ama bu arada bir şeyler oluyor. İki halkın arasındaki tarihi barışı sağlamak/başarmak için hız verilmeli.

Eğer Filistin’in seçilmiş liderliği bizimle bir anlaşma imzalayıp çatışmanın sona erdiğini ilan ederse ve eğer bütün Arap dünyası “Suudi inisiyatifi” hattı boyunca bizimle barışırsa her yerdeki Ahmedinejadların altından halı çekilecek. Eğer Filistinliler İsrail ve Filistin’nin birlikte varoluş fikrini kendileri kabul ederlerse ve eğer Mısır, Ürdün ve Arap dünyasının çoğunluğu bunu desteklerse İranlılar kimin namına Filistini’i özgürleştirecekler?

İsrail – Filistin barışının başarılması sürecinin çatısı kaçınılmaz olarak nükleer silahlardan arındırılmış bir bölge yaratma fikrinin sınanması olacaktır. Karşılıklı etkili denetim mümkün müdür? Birinci sınıf garantiler olabilir mi? Şu an bunu değerlendirmek zordur. Ama bu faydalı bir şeydir.

Her ne olursa olsun kıyamet kabusları görmek için sebep yoktur. Tahran’ın elindeki bir bomba bile dünyanın sonu değildir. Hatta İsrail’in bile sonu değildir. Yeni bir durum doğacak ve biz onunla yaşamak zorundayız.
Siyonizmin babaları Yahudileri kendi kaderlerini kendi ellerine almaya ve tarih sahnesine çıkmaya çağırdılar. Ve onları tüm tehlikelerin sorumluluğunu üstlenmek izledi. Dünya tehlikeli bir yerdir. Orada tehlikesiz bir varoluş yoktur. Ben sadece sağduyulu olunca tehlikelerin artmayacağını umuyorum ki, onlar zaten var.

Cesur İngiliz pilotlar gibi biz de korkma hakkına sahibiz. Ama biz yeni durum ile temiz bir zihin ve ciddi bir çözümle karşılaşmalıyız.



http://www.counterpunch.org/avnery10312006.html

İngilizce’den tercüme eden Gürkan

* Varlık ve Yokluk Arasında Arnavutlar ve İslam


Varlık ve Yokluk Arasında Arnavutlar ve İslam

Olsi Jazexhi
Haziran 2006 güncelleme
İngilizce'den tercüme eden Gürkan Biçen

Arnavutlar: Avrupa’da bir Müslüman kavim

Balkanların Batı tarafına yerleşen ve yaklaşık 2500 yıl evvel Avrupa’da yaşayan eski İlliryalılar’ın soyundan geldiklerine inanılan Arnavutlar bu gün Avrupa’nın en büyük Müslüman kavmidir. Çok eski çağlarda pagan olan Arnavutlar Aziz Paul öğretisinin Romalılar arasına gelişiyle çoklukla Hıristiyanlığa döndüler. Yine de Arnavutların Hıristiyan kimliği Orta Çağ boyunca huzurlu ve kararlı bir halde değildi. Sık sık şiddet yoluyla din değiştirmelerden sonra, ki Bizanslılar onlarla ilgileniyordu, bir çok Arnavut, Kilise öğretisine karşı olan, Bogomil mezhebini kabul etti. Bogomiller Hıristiyanlığın erken dönemlerindeki kilise öğretisine karşı olan bir çok mezhepten biriydiler ve Balkanların dağlarında güvenli cennetler ve kendilerini Romanın ve Bizans’ın resmi sorgusundan korumak için koruyucular buldular. Bogomiller Tanrının zatı hakkında İslami bakış açısına sahiptiler. Örnek olarak onlar İsa’ya Tanrının bir peygamberi olarak inandılar ve Ortodoks ve Katolik ikonlara tapmayı reddettiler ki bunlar putlar olarak kabul ediliyordu. Arnavut Bogomillere resmi kilise tarafından çok acımasız zulümler yapıldı ve bir çok olayda onlar kilise öğretisine karşı olan Batı Avrupa’daki Albignesler ve Catharlar ile aynı kaderi paylaştılar. Doğu ve Batı Hıristiyan öğretisindeki Bogomiller gibi büyük bölünmeler ve onların Arnavut bölgelerinde devam eden etki savaşları Arnavutların ulusal bir kilise geliştirmelerini veya Hıristiyanlıkla Orta Çağ boyunca güçlü bir ilişki kurmalarını engelledi. Bizans ve Latin efendilerinin sürekli dini ve politik baskılarına tahammül etmiş olmaları onların Osmanlı’nın 15.yüzyıl Balkanlarındaki İslami Barışı’nı açık bir yürekle kabul eden Avrupalı ilk halk olmalarına imkan sağlamıştı.


Arnavutlar Güneydoğu Avrupa’da İslam’ı güçlü bir şekilde kabul eden ve Türklere, onların Asya, Afrika ve Avrupa’daki İslami İmparatorluklarını inşa etmede yardım eden ilk milletti. Arnavutlar Osmanlı ordularının esaslı kısmını oluşturuyordu ve Yeniçeri kolordularının büyük çoğunluğu onlardan oluşuyordu. Osmanlı İmparatorluğunun 19.yüzyıldaki modernizasyon çalışmalarına katkıda bulunan Şemsettin Sami’den 2.Abdülhamit’in muhafızlarının çoğuna kadar bir çok kişi ve yine bir çok büyük vezir Arnavut idi. 17.yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunu kaostan kurtaran meşhur vezir-i azam Köprülü ve Mısır valisi Mehmet Ali Paşa da birer Arnavut idi. İlk dönemlerden itibaren Arnavutların İslam İmparatorluğuna olan katkılarını izlemek mümkündür. Bu cümleden olmak üzere, Fatih Sultan Mehmet’in 15.yüzyılda İstanbul’u ve İtalyan limanlarını fethinde, burada adını anacağımız Gedik Ahmet Paşa ve Zaganos Paşa gibi kişiler ve bazı önemli kumandanlar Arnavutlardı.. Gedik Ahmet Paşa Arnavutların Skura boyundan/sülalesinden gelen bir kişiydi.
Zamanımızda Arnavutlar Balkanlarda üç ülkeye dağılmış halde yaşamaktadırlar; Arnavutluk, Kosova ve Makedonya. Onların ülkeleri Osmanlı İmparatorluğunun 1913’teki 1.Balkan Harbinde Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan ve Karadağ tarafından oluşturulan Hıristiyan İttifak’a yenilmesinden sonra oluşturuldu. Kosova ve Makedonya Yugoslavya içinde birleştirilirken, Arnavutluk, Slavların Adriyatik’te daha fazla genişlemesine karşı bir “tampon devlet” olarak projelendiriliyordu.


Osmanlı sonrası Arnavut Devleti kuruluşundan bu yana bir çok zor zaman geçirdi. O, iki dünya savaşına, komşularından gelen bir çok varoluşsal tehdide, etnik temizliğe, istilaya, sivil savaşlara, kıtlığa ve anarşiye şahitlik etti.
Arnavutluk’un bugünkü nüfusu 3.500.000’dir. Onun temel etnik grubu Arnavutlardan oluşmaktadır. Yunanlılar, Ulahlar, Sırplar, Mısırlılar ve Bulgarlar ülkede yaşayan azınlıklardır. Arnavutluk’un 1957 nüfus sayımına göre, nüfusun %73’ü Müslüman (%60 Sünni, %13 Bektaşi), %14’ü Ortodoks ve %10’u Katolik’tir. Ülkenin toplam yüzölçümü 28.000 km2’dir. Başkent Tirana 17.yüzyılda bir Arnavut paşa tarafından kurulmuştur ki bu ismin orijinalinin Tahran isminden geldiği söylenir.


ARNAVUTLAR VE İSLAM : OLMAK YA DA OLMAMAK

Osmanlı İmparatorluğunun düşüşünden sonra Arnavut tarihinde sonsuz sorgulamalar ve Haçlı Savaşları görülmektedir. Endülüs Müslümanlarının tarihi, 1913’ten sonra Balkanlarda yeniden yaratılmıştır. Onun modern tarihinin farklı zamanlarında Arnavut Müslümanlar zulümler ve etnik temizlikler sebebiyle acı çekmişlerdir. Burada belirtilmesi gereken en büyük zulüm 1913’te Osmanlı İmparatorluğunun çökmesiyle onun Müslüman unsurlarının yaşadığı etnik temizlik ve katliamdır ki bunlar Sırplar ve Yunanlılar tarafından yapılmıştır. Sonra, İkinci Dünya Savaşı Balkanlarda Arnavut Müslümanlara karşı yürütülen jenosit ve zulümlerin bir parçası olarak göze çarpmaktadır. 1945’te Kuzey Yunanistan’daki Çameria’lı Arnavut Müslümanlar etnik temizliğe tabi tutulmuş ve yurtlarından Arnavutluk ile Türkiye’ye sürülmüşlerdir. Camileri ve evleri yok edilen Arnavut Müslümanlar Papandreu hükümetine kadar Naziler ile işbirliği yapmakla suçlandılar. Aynı kader Yugoslavyalı Arnavutlarda da meydana gelmişti ki onlar yüzyılın kalan kısmını Yugoslav boyunduruğu altında yaşamışlardı.

Ama en korkunç zulüm senaryosu 1967’de, İkinci Dünya Savaşından sonra Arnavutluk’a Yugoslavya ve Sovyetler Birliği tarafından yerleştirilen komünist rejimin ülkedeki dini özgürlükleri yürürlükten kaldırması ve Arnavutluk’u ateist bir devlet olarak ilan etmesiyle geldi. 1991 yılına kadar süren korkunç komünist on yılları boyunca rejim tarafından birçok imam öldürüldü, hapsedildi ve sürüldü. Onların mescitleri yıkıldı ve dini kitaplar yasaklanarak yok edildi. Komünistlerin Arnavut Müslümanlara karşı katliamları -1990 sonrası- Müslüman nesillerinin İslami geçmişleri hakkında bütüncül bir cehalete uyanmalarına yol açtı. Bu sebeple Arnavutluk’un 1967 öncesinin Müslüman çoğunluğu 1991 yılında İslami kimlikleri hakkında çok belirsiz fikirlere sahipti.

Komünizm yılları boyunca Arnavutların İslam’dan uzaklaştırılma faaliyeti devletin temel faaliyeti olarak gelişti ve komünist rejim tarafından ideoloji ve propaganda ile desteklendi. Bu sebeple komünistler tarafından Arnavutluk’un İslami geçmişine yönelik tarihsel bir manipulasyona yönelindi. Komünist tarihçiler Arnavutluk tarihinin Osmanlı ve İslam Barışı bölümünü Pan-Hıristiyan ve Marksist terminoloji ile resmediyordu. Onlar Osmanlı Barışını; insan kasaplığının, cehaletin, geri kalmışlığın, işgalin, Asyalı boyunduruğunun, feodal sömürünün ve Avrupa medeniyetine karşı Türkler ve Arapların Avrupa’ya yönelen barbarlıklarının macerası olarak gösterdiler.Arnavut resmi tarih yazımı Osmanlı Barışı’nın Balkanlarda başardığı her ne var ise reddetti veya bir çok olayda olduğu gibi öylece sessiz kalıp tanımadı. Resmi tarihçiler ve mit oluşturucular Osmanlı İmparatorluğunun Arnavutların tarihlerindeki gelişim ve kaynaşmadaki müspet rolünü sürekli ihmal ettiler ve düzenli olarak, Arnavut gençliğini İslami kökenleri ile korkutup sarstılar. Komünist rejim Arnavutların ve Arnavutluk’un Osmanlı İmparatorluğu dönemini sonradan “Arnavut Özgürlük Savaşçıları” ile onların “Osmanlı imparatorluk istilacıları” olarak isimlendirdikleri arasında geçen sürekli bir çatışma dönemi olarak resmetti.


Arnavutların toplu olarak İslamlaşması “Arnavutların Hıristiyan kahramanları”na karşı Türk terörünün bir ürünü olarak tasvir edildi. İskender Bey, Pjeter Bogdani ve Millosh Kopili gibi bir çoğunun Arnavut kökenli olduğu kuşkulu isimler mit haline getirildi. Aynı zamanda Tepedelenli Ali Paşa veya Kuzey Arnavutluk’un Bushati paşaları gibi Balkanlardaki Arnavut tarihinde çok önemli figür oluşturan kişiler komünist rejim ve takipçileri tarafından Müslüman kahramanlar oldukları anlaşıldıktan sonra karanlığa ve itibardan düşürülmeye terk edildiler.

1990’dan sonra Doğu Avrupa’da demokrasinin gelişiyle Arnavutluk’ta da dini özgürlükler yeniden oluşturuldu. Arnavutlara dini pratikleri için izin verilmeye başlandı. Bu, Müslümanlara, kaybettikleri kimliklerini yeniden oluşturabilecekleri kanaatini verdi. 1991’de kurulan yeni demokratik rejim, Arnavutluk Müslümanlarına, onların İslami miraslarını yeni bir anlayışla başlatmaları için bazı fırsatlar sundu. Bu dönemde Arnavutluk, İslam Konferansı Örgütüne üye oldu. Bir Arap – Arnavut Bankası Tiran’da kuruldu ve ülkede 20’ye yakın Arap İslami organizasyon şubelerini açtı. Bunlarla birlikte bazı Türk, İranlı, İngiliz, Amerikan ve diğer Müslüman sivil toplum kuruluşları da geldiler. Bu kısa ömürlü organizasyonlar 1991’den 1996’ya kadar İslami eğitim ve cami inşası ile meşgul oldular. Onların eksiklikleri ayrı tutulursa, onlar Müslüman literatürün güzel örneklerini bastılar ve dağıttılar ve yine ülkede düzinelerce cami inşa ettiler.

Bununla birlikte cami yapım işi yasaklı dinlerini yeniden keşfetmesi için ülkenin arzusunu elde etmeyi başaramadı. 1967’ye kadar Arnavutluk’ta 1666 mescit varken, şimdi, komünist rejimin yıkımından sonra, Amerika’daki bazı fundamentalist Hıristiyan organizasyonların ülkenin 3000’den fazla camiye sahip olduğunu iddia etmelerine rağmen, Arnavutlar tüm ülkede ancak 500 civarında mescidi yeniden inşa etmeyi başardılar. Bu gün ülke 500 mescit/cami ve 350 kadar imama sahiptir. Bu, her 10.000 kişiye bir imam ve her 7.000 kişiye bir mescit/cami düştüğü anlamına gelmektedir. 1967 öncesi durum ile Hıristiyan misyonerlerin bu günkü çalışmaları kıyaslandığında mescitlerin durumunun menfi halde olduğu görülmektedir. Böylelikle, bu gün Arnavutluk’un başkenti Tiran’da yaklaşık 8 cami işler haldeyken şehirde milyon dolarlık bütçelerle çalışan 155’ten fazla Hıristiyan kilisesi veya misyonu vardır. Onlar, 1950’den bu yana camisi olmayan bir çok Müslüman köyü dahil, başkentin her bölgesine kiliseler inşa ettiler.


ZULÜM VE ARNAVUTLUK MÜSLÜMAN TOPLUMU

Arnavutluk Müslümanları 1997 yılında geçmişteki acılarına yeniden döndürüldüler. Yunanlılar ve CIA 1997’de Sali Berisha’nın demokratik rejim yapısına karşı yapılan darbeyi desteklediklerinde demokrasinin ana destekçileri Arnavut Müslümanlar için yeni bir zulüm dalgası başlatıldı. Eski komünist ve zimmi geçmişiyle, fundamentalist Arnavut ve Ulahların baskın olduğu Arnavutluk Sosyalist Partisi 1997 yılında iktidara geldi. Onların İslam’a karşı olan nefretleri tüm politik hareketleri ile ortaya konuluyordu ve bazı Batılı analistler Sosyalist Partiyi ve onun rejimini ‘biraz Ortodoks eğilimli’ olarak değerlendiriyorlardı. Onların yönetiminin ilk dönemi boyunca sosyalistler Arnavutluk’ta İslam’a karşı ikinci bir haçlı savaşını yürüttüler ve ülkede bir çoğu Araplar tarafından işletilen İslami organizasyonları kapattılar. Dini pratiğe sahip Müslümanlar ve imamlar , zulüm ve kötü muameleye tabi tutularak bezdirildiler. Bunların yapılmasında devletin gizli servisi kullanıldı ve küresel teröre karşı savaş mazeretiyle Sosyalist rejim İslam’a genel bir düşmanlık yöneltti. Hükümetin desteklediği gazeteler kutsal değerlere sövgü ve İslam karşıtlığı dalgası başlattılar. Onların zulüm dalgaları süresince sosyalistler Batı’nın rıza ve desteğine sahiptiler. Sosyalistler, Müslüman Arnavutluk’un iyi bir İslam karşıtlığı koruyucusu olarak görüldüğünden onların politik manipülasyonları ve ahlaksızlıkları Batı tarafından desteklendi. Yönetim süresince sosyalist hükümetin bakanlarının baskın sayısı sonucu yönetim Ortodoks Hıristiyan idi. Sosyalist yönetim dönemi boyunca Arnavutluk Cumhuriyetinin Sünni Müslümanlarının resmi temsilcisi Arnavutluk Müslüman Toplumu (Muslim Community of Albania – MCA) idi. Bu organizasyon 1923’ten sonra, İslam ile devlet arasındaki ilişkileri düzenlemek için oluşturulmuş ve 1991’de 1967’ye kadar yaptığı işi yapması için yeniden açılmıştı. Arnavutluk Müslüman Toplumu 2003 yılana kadar Hafız Sabri KOÇİ tarafından yönetildi. O, 2004 yılında vefat eden, eski/deneyimli bir imam ve Müslüman aktivistti. O, en iyi, İslam’a bağlılığı ve komünizm karşıtlığı ile tanınıyordu.


Onun vefatından sonra Selim MUCA Arnavutluk Müslüman Toplumu’nun başkanı yapıldı. Selim MUCA sosyalist başbakan ile olan ilişkisi ile tanınıyordu. Golloborda kökenli Slav Müslümanlardandı ve komünist dönemde Çekoslovakya’da mühendis olarak eğitim almıştı. Selim MUCA’nın döneminde Arnavutluk Müslümanları ve onların toplumu skandal ve rezalet dalgaları ile görüldüler. Bir çok Müslüman aydın MUCA’yı rejimin adamı olmakla, entelektüel ve İslami anlamda Arnavutluk Müslümanlarını savunmayan ve rehberlik edemeyen biri olmakla suçladı ve görevden alınması çağrısı yaptı.

Bununla birlikte Arnavutluk Müslüman Toplumu, ülkedeki mescitler/camiler üzerinde devlet tarafından tanınmış gevşek bir kontrole sahip, Arnavutluk Sünnilerinin devletteki temsilcisi olan ana organizasyondur. O, ülkedeki Sünni dini altyapının geçimini sağlayan merkezdir. Yine de Arnavutluk Müslüman Toplumu son derece fakir olduğundan onun dini ve kültürel faaliyetleri sıklıkla dış yardımlara muhtaçtır. Onun yoksulluğu komünist dönemde rejimin malvarlığına el koyduğu gönlerden miras kalmıştır ve bu malların bir çoğu 1991’den sonra dahi iade edilmemiştir. Bu gün Arnavutluk Müslüman Toplumu çok zor şartlarda çalışan 7 medreseye ve ülkenin tümünde 500 civarı mescide/camiye sahiptir. Arnavutluk Müslüman Toplumu’nun çalışanları ücretlerinden sıklıkla rahatsızdır ve onun medreseleri modern bir okulun sahip olduğu temel ihtiyaçlardan bile yoksundur. Medreselerin bazısı ise Türk ve Arap organizasyonların yardımları ile çalışmaktadır.

Arnavutluk Müslüman Toplumu yeniden kurulduğu 1991’den bu yana onun yetkisinin Arnavutluk’un gerçek “Müslüman Merkezi” olarak kabul edilmesi için mücadele etti. Bununla birlikte, Arnavutluk devletinin 1991’den beri ve bundan başka 1997’den sonraki politikaları bunu sıklıkla sabote etti. Arnavutluk’un yeni inanan nesli ve imamları sıklıkla, onların kabul edilmiş kurumlarının ve ondaki demokratik kabullerin daha iyi yöneltilmesinde ısrarcıydılar. Onlar, Arnavutluk Müslüman Toplumu’nu ülkedeki medyada ve politikada İslam’ın ihtiyaçlarının gerçek savunucusu ve temsilcisi olarak görmek istiyorlardı. Ancak onların istekleri, geçmişte MCA’nın dışındaki kimi unsurların Müslüman toplum adına tamamen kabul edilen demokratik bir “Müslüman Merkez” kurma arzularını sürekli sabote etmesi sebebiyle, çok kere boşuna idi. Gjinishi ailesinin MCA ile MCA’nın yeniden kurulduğu 1991’den 26 Mayıs 2004’e kadar karıştırılması olayı buna bir örnektir. Bir diğeri Tiran Müftüsü’nün 2005’deki istifasıydı ki o açıkça, ülke siyasetini MCA’nın işlerine karışmakla suçladığında MCA siyaset lehine zayıflamış ve entrikalar için bir tabyaya dönmüştü. Arnavut Müslümanlar, kendi kurumlarındaki ahlaksızlığı zaten ispatlanmış görevlileri temizlemeye çalıştıklarında ülkeyi yöneten ilgililer tüm yolları kullanarak görevlileri korudular veya en azından Müslümanlara gözdağı verdiler. Sosyalistler bunda çok başarılı oldular. Onların İslam’a karşı küstahlıkları öyle büyüktü ki bu, Ortodoks Başbakan Bay NANO’nun konuşmalarında bile görülebilir. O, 2004 yılında, Arnavutluktaki Müslümanları azınlık olarak ilan etmişti. NANO’nun meslekdaşı, Arnavutluk’un Ortodoks – Ulah kökenli Cumhurbaşkanı Alfred MOİSİU bu saldırıyı 9 Kasım 2005’te Londra’da, Oxford Üniversitesinde yaptığı bir toplantıda, tekrarladı ve o, Arnavutların Hıristiyan olduklarını ilan etti. MCA ise, tüm bu provokasyonlar gözü önünde yapıldığı halde, İslam lehine doğrudan siyasi söylemde bulunamadı.

Sosyalist yönetimin İslam’a karşı küstahlığının bir örneği de, Tiran’ın cesur müftüsü Bledar MYFTARİ 27 Kasım 2004’te devletten Müslüman Toplumu’nun mallarını iade etmesini ve el koyma işlemini durdurmasını talep ettiğinde görüldü. Dini malvarlıklarına el koyma işlemi Amerika’daki “Bureau for Democracy and Human Rights” tarafından dahi fark edildiği halde Arnavutluk hükümeti bu işe devam etti. Sosyalist hükümetin MCA’nın taleplerine cevabı hızlı ve küstahça idi. Sonraki günlerde, 29 Aralık 2004’te, Devlet Enformasyon Servisi medyayı İslam’a ve MCA’ya saldırmak ve onları karalamak için kullanırken, sosyalist hükümet MCA’nın ülkenin tümünde bulunan 10 kültür merkezini geçerli evrakları olmadığı gerekçesiyle kapattı. Buna rağmen tehditlerin ve gözdağlarının karşısında Arnavut Müslümanların istekleri zayıflamadı. MCA bir çok olaya iştirak etti ve bazen 2004 Ağustos’unun ikinci haftasında süren olayda, Arnavutluk Cumhurbaşkanı ve Başbakanına onların geçmişteki malvarlıklarına sahip olmalarını talep eden bir açık mektup yazdıklarında, olduğu gibi ülkedeki diğer kiliseler ile birlikte hareket etti.

MCA’nın ekonomik durumunun çok kötü olması ülkedeki otoritesinin aşırı kaybının nedenlerinden biridir. MCA’nın ülkedeki camilerinde hizmet veren imamlar, ülkedeki en düşük ücret 120 Amerikan Dolarıyken, sıklıkla aylık 40 Amerikan Doları ücret alıyorlar ve kimi zaman da hiçbir şey almıyorlardı. MCA’nın 2004 yılı boyunca aylık bütçe açığı, sadece Tiran’daki yönetimin masraf ve örtülü giderleri için 5000 Amerikan Dolarının üzerindedir. Bunun sonucu olarak MCA’nın en yüksek seviyedeki personeli aylık 220 Amerikan Doları ücret alabiliyorken, Arnavutluk Ortodoks Kilisesi’nin en düşük seviyedeki personelinin aylık maaşı 300 Euro’dur. Bu geliriyle MCA, Balkanların en pahalı ülkelerinden biri olan Arnavutluk’ta din görevlilerine en düşük ödemeyi yapan kuruluştur. Ülkedeki diğer din görevlileriyle karşılaştırıldığında Arnavutluk Müslüman Toplumu’nun personeli onların en fakirdir. Eğer onlar gerçekten bir “Müslüman Merkez” yaratmak istiyorlarsa MCA’nın yoksulluğu ve onun personelinin ihtiyaçları ümmet ve Arnavutluk Müslümanları tarafından karşılanmalıdır. Ancak Arnavutluk’un genel yoksulluğu Müslüman Ümmet’ten izolasyonu ve geri bırakılmışlığı böyle bir girişimi neredeyse imkansız kılmaktadır.



ARNAVUTLUK MÜSLÜMAN FORUMU VE SONRASI

Arnavutlukta MCA’dan ayrı olarak bazı Müslüman organizasyonlar da faaliyet göstermektedir. Onların faaliyetleri, gelirleri ve altyapıları temelinde sıklıkla küçük ve sınırlıdır. Ülkede bir kısım tarikatlarla birlikte Bektaşi Yönetimi de faaliyettedir. Bununla birlikte bu organizasyonların faaliyetleri çoğunlukla dinin bir yönü ile ilişkilidir. Ancak, rejimin meydan okuyan tavrı karşısında 2004’ten bu yana Arnavutluk’ta İslam’ın halk bazındaki imajını açık bir sesle koruyan yeni bir organizasyon ortaya çıktı. Arnavutluk Müslüman Forumu (Muslim Forum of Albania – MFA), İslam karşıtlığına, ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı ve İslam’a ve Müslümanlara daha fazla saygı gösterilmesi için mücadele eden bir organizasyondur. Onun açık sözlü duruşu sebebiyle sosyalist rejim onun kuruluşundan bu yana Arnavutluk Müslüman Forumu’na saldırdı ve Arnavutluk Müslüman Forumu’nun MCA’ya meydan okumak için kurulduğunu iddia etti. Yine de, MFA ile geçen zaman onun gerçek amacı İslam karşıtlığı ile mücadele etmek ve İslam’ın ülkede mevcut olmayan vatandaşlık imajını sağlamak için var olan sivil bir organizasyon olduğunu gösterdi. Medyada ve diğer yerlerdeki basın açıklamalarıyla MFA, Müslümanların ülkede uğradığı ayrımcılığı seslendirmeyi denedi. MFA’nın en büyük başarısı Kasım 2005’te Cumhurbaşkanı Alfred MOİSİU Londra’da yaptığı bir konuşmada Arnavutluk Müslümanlarının Hıristiyanlar olduğunu ve İslam’ın Arnavutların gerçek dini olmadığını deklare ettiğinde elde edildi.
MFA’nın kınaması Arnavutluk medyasında geniş bir destek buldu ve bundan sonra çok kez İslam’ın ülkedeki politik ve aleni savunucusu olarak görüldü.



HIRİSTİYAN HAKİMİYETİ

Arnavutluk’ta İslam Toplumu’ndan başka iki büyük dini unsur mevcuttur. Bunlar Katolik ve Ortodoks Toplumlarıdır. Onların etki ve rolleri politik sahnede olduğu gibi ekonomi, medya ve toplumsal işlerde de tüm ülkeye yayılmaktadır. Müslüman Arnavutluk’un Roma ve Bizans arasındaki coğrafik konumu onu Doğu Ortodoksluğu ile Batı Katolikliği arasındaki tarihsel çatışma alanının içine döndürmüştür. 11.yüzyılda Papa II. Urban’dan başlayıp Osmanlı günlerinde devam eden Tarihi Haçlı Savaşları, Arnavutluk’u Doğu’nun sosyal ve askeri yapılanması ile Batı’nın egemenliği ve Hıristiyanlaştırma arasında büyük bir kültürel kampa ayırdı. Hıristiyanlık, Osmanlı İmparatorluğunun 1913’teki geri çekilmesinden bu yana onun Balkanlardaki gücünü ve egemenliğini baskıladı. Bununla birlikte , Hıristiyan emperyalizm Arnavutluk’taki saldırgan yüzünü 1990 sonrası açıkça gösterdi. 1991’den sonra Arnavutluk çok büyük sayıda Hıristiyan organizasyonun istilasına uğradı ki, bunlar Arnavutların umutsuz konumlarını anladıktan sonra, onların din değiştirmelerini ve Hıristiyanlığa dönmelerini denemeye devam ettiler. Çok kuvvetli bir enstitülerden birine sahip Katolik Kilisesi Arnavutları İslam’dan Hıristiyanlığa çevirmeyi amaçlamaktadır. O Batı’nın, özellikle İtalya, Avusturya ve Vatikan’ın güçlü desteğiyle muhtemelen Arnavutluk’taki enstitülerin en güçlüsüdür. Arnavutların din değiştirmesine yönelik Katolik propaganda geçen yıllarda çok saldırgan olmuştur. Onların ülkedeki faaliyetleri sayısızdır. Ancak biz burada, onların Tiran’ın kalbinde büyük bir Katolik Katedral kurduklarını, Katolik üniversite açtıklarını, birçok enstitü, gazete, radyo ve hatta politik parti bile kurduklarını belirtmeliyiz.
Hatta, Arnavutluk Katolikleri nüfusun ancak %10’unu oluşturmaktayken onlar modern kiliseler, dini okullar, çocuk bahçeleri, çocuk köyleri, hastaneler ve benzeri şeyleri tüm Arnavutluk’ta bina ve idare ettiler. Şimdi onların son adımı Durres’te bir Katolik üniversitenin açılışını yapmaktır ve 2004 yılında Katolik Kilisesi Tiran’da ‘Zoja e Keshillit te Mire’ isimli özel bir üniversiteyi, Don Bosco ve benzerleri gibi eğitim enstitülerini faaliyete başlatmıştır. Tüm bunlardan ayrı olarak, Kilise bir çok kez Arnavut genel siyasetini gölge aktör olarak yönetmiştir.
Dini aktivitelerinden başka, Kilise, bir çok merkezi, Arnavut entelektüelleri, Kilise’nin ideolojisinde çalıştırmak üzere açmıştır. Vatikan ve İtalya, Arnavutların geleceğinin Katolikliğe dönmek ile Avrupa’da kalacağını iddia eden Katolik Fundamentalistler tarafından yönetilen Demochristian Party of Albania’nın arkasında durmaktadır. Vatikan, İtalya ve Avusturya’nın güçlü finansal desteğiyle Demochristian Party of Albania şubelerini Arnavutluk’un her köşesinde açmış ve Demokrat Parti’nin iç işlerinde bile nüfuz sahibi olmuştur. Vatikan’ın bu etkisi Kuzey Arnavutluk’ta çok fazla hissedildiğindendir ki devlet veya diğer sektörlerde Demokrat Parti lehine çalışan Müslümanlar Katolikler tarafından sıklıkla ayrımcılığa maruz bırakıldılar. Vatikan’ın var olan etkisi Arnavutluk medyasında da hissedildi. Böylece, Tiran’ın güçlü iki yerel gazetesi, Koha Jone ve Albania, Demohıristiyanlar tarafından işletilmeye başlandı. Bunlar aynı zamanda Gazete 55, Shqiperia Etnike gibi gazetelerde ve Phoenix gibi dergilerde de etki sahibidirler. Katoliklerin Müslüman Arnavutluk’u Katolik bir yere çevirme arzusu ülkenin kuzeyinde haçlar dikmeleri ve İşkodra şehrindeki Rozafa Kalesinde bulunan Fatih Cami’ni kiliseye çevirme projesine para bağışlayarak destek olan, Tiran’daki Amerikan elçisi Marcy Ries’i arkalarına alarak hareket etmeleri ile 2005 yılı boyunca görüldü.

Tüm bunlara rağmen, 1997’den sonra Ortodoks Kilisesi Arnavutluk siyasetinde en önemli oyuncu olmuştur. Bir çok Arnavut’un genel kanaatine göre Ortodoks Kilisesi ve onun Yunan Piskoposu Anastatis Yanolatos 1997’den 2005’e kadar Arnavutluk’un gerçek devlet yöneticisidir. Arnavutluk’taki Ortodoks Kilisesi Yunanistan ve Sırbistan ile birlikte Amerika Birleşik Devletlerinden bir çok Protestan örgütün de açık desteğine sahiptir. 1997 hükümet darbesinden sonra Yunanistan ve Ortodoks Kilisesi devlet aygıtının neredeyse tamamına yerleştirdiği insanları ile Arnavutluk’u yönetti. Başbakan Fatos NANO’dan Cumhurbaşkanı Alfred MOİSİU’ya Savunma, İçişleri, Ekonomi, Devlet, Kültür ve Sağlık Bakanlarına kadar, Eski Dışişleri Bakanı Paskal MİLO dahil olmak üzere, bunun gibi Arnavut siyasetinde 2005 yılına kadar yer alan bir çok bakan, politikacı ve hükümet görevlisi tamamen Ortodokslar idi veya en azından İslam karşıtı olduklarını ilan etmişlerdi. Katolikler gibi Ortodoks Kilisesi de, kilise hastaneleri, halk okulları, şirketler, enstitüler, radyolar ve gazeteler gibi bir çok kuruluşu Arnavutluk’ta faaliyete geçirdi. Ortodoks kilisesi, dini dönüşümün Arnavutların ulusal asimilasyonunu da sağlayacağına inanmaktadır. Onlar, Yunanistan’daki sayıları 700.000’i aşan Arnavut göçmen üzerinde büyük bir nüfuza sahiptirler. Bir çoğu Arnavut olmayan ve fakat Ulah kökenli Ortodoks Arnavutlar arasında 12 yıldan bu yana süren Yunan propagandası onları yeniden organize etmeyi, ekonomik durumlarını güçlendirmeyi ve onların etnik geçmişlerini hatırlamalarını sağlamayı denedi. Bu gün Ulahlar, Arnavutluk’un kuruluşlarında çok güçlü bir şekilde kontrol etmektedirler. Tiran’ın belediye başkanından Bilim Akademisinin yöneticisine, Arnavutluk’un en büyük günlük gazete basımcısından Tiran Üniversitesinin ekonomi, tarih, psikoloji ve edebiyat fakülteleri dekanlarına, Soros yöneticisinden Tiran NY Üniversitesi rektörüne ve savunma bakanına kadar bir çok kişi ve fazlası köken olarak Ulahlardan veya yakın arkadaşlarındandır ve bunlar Piskopos Yanulatos ve Yunanistan taraftarıdırlar. Bir İngiliz tarihçi olan James PETİFER Arnavutluktaki 2003 yerel seçimleriyle ilgili makalesinde Arnavutluktaki Yunanlıların ve Ulahların Sosyalist Parti’deki etkilerini deklare etmiş ve Sosyalist Partiyi nazikçe, Ortodoks olarak etiketlemiştir.
Arnavutluk Yunan ve Ulahları Sosyalist Parti’den ayrı olarak OMONİA olarak bilinen Defense of Human Rights Party’de de temsil edildiler. Geçen yıl bu parti Yunanistan ve Avrupa Birliği yönetimlerinin onayı için ihtiyacı olan, Sosyalist veya Demokrat yönetimden 3 – 4 bakanı almaya çalışıyordu .

* * *

1991’den sonra, Arnavutluk’un batıya açılışıyla Protestanlardan, Mormonlardan, Yahova Şahitlerinden, Evanjelistlerden, Kalvinistlerden, Luthercilerden, Adventistlerden, Tele-Evanjelistlerden, Kadıyanilerden, Bahailerden ve diğer mezheplerden oluşan bir ordu Arnavutluk’u istila etti. Tecrit edilmiş ve aç bırakılmış bir halkın bulunmasıyla onlar Arnavutlukta umutsuzluk içindeki yaşayıştan kurtulmak ve Batı’nın kendileri için sakladıklarını sınamak isteyen umutsuz Arnavutlar için bir ellerinde ekmek ve diğer ellerinde İncil ile gelerek onları bir gibi balık avladılar.

Onların milyon dolarlarla hesap edilen bütçelerinin sonucu olarak 1991’den bu yana Arnavutluk’ta çok sayıda Protestan kilisesi boy gösterdi. Protestanlar, Kalvinistler ve Yehova Şahitleri geldikleri ülkeler tarafından kuvvetle desteklendiler. Albanian Center for Conflict Resolutions tarafından idare edilen bir çalışmaya göre güçlü propaganda ve yatırım ile, ki misyonerler 15 yıldır bunu yapıyor, Arnavutların yaklaşık %3,1’i Protestanlığa döndürüldü.

Bu noktada Amerikalıların din değiştirtmede hevesli olduklarını ve din değiştirenlerin çoğunun onlar tarafından geliştirildiklerini fark etmek ilginçtir. Yukarıda bahsedilen dış yardımların sonucunda Müslümanlar en kötü pozisyonda iken Protestanların ve Ortodoksların Arnavut toplumunun en iyi bütünleşmiş kesimi olduğunu kaydedebiliriz.

Ortak gidiş açısından neredeyse Arnavutluk’taki tüm yabancı mezhepler Arnavutların İslami kimliğine saldırıda ve Müslümanları kendi düzenlerine çevirmede birlikte izlendi. Şimdi bile Arnavutluk Müslüman Toplumu sadece 3 arabaya sahipken ve Arnavutluk Müslüman Forumu hiçbir şeye sahip değilken Arnavutluk’taki kiliseler bir çok şeye ve hatta helikopterlere dahi sahip haldedir. Onlar devlet içinde devlet gibidirler. Ekonomik üstünlükleriyle onlar, Müslümanları hedefleyen yayımlar, TV programları ve güçlü etkileri olan konferanslar organize ediyorlar. Bir çok Protestan Hıristiyan Kilisesi ve organizasyonu okullar, kuruluşlar, enstitüler, yetimhaneler ve klinikler çalıştırıyor. Arnavutluk yasalarının Müslümanlara geldiğinde dini radyoları yasaklamasına rağmen onlar dört radyoyu yönetiyorlar. Arnavutların ortak inancına göre bir çok kilisenin yönetimi ülkeye karşı casusluk faaliyetleri için istila edilmiş haldedir. Bu şüphe, yerel gazeteler bir çok misyonerin yabancı casusların faaliyetlerinde kullanıldıklarını açıkça itiraf ettiklerinde pek çok kez doğrulanmıştır.


Arnavutluk’taki Hıristiyan Sivil Toplum Kuruluşlarının ve yönetim merkezlerinin sayısı o kadar çoktur ki onların hepsini saymak neredeyse imkansızdır. Yine de aşağıdaki liste Arnavutluk’un bu gün yüz yüze olduğu Haçlı Savaşının derecesini biraz aydınlatabilir:

SJAA (St. John Ambulance Association); SSJE (Society of St. John Evangelist); SPSM (Society for the Sacred Mission); SCM (Student Christian Movement); UCCD (United Christian Council for Democracy); VAT (Voluntary Aid Detachment); YMFS (Young Men’s Friendly Society); PSCE (People’s Society for Christian Endeavor); C.O.S. (Charity Organization Society); FANY (First Aid Nursing Yeomanry); BSC - Bethany Christian Services (“Shërbimet Kristiane Bethany”,); CF - Cross Foundation (“Fondacioni i Kryqit”); FPEC - Foundation Program for Evangelization of Children (“Fondacioni Program për Ungjillizimin e Fëmijëve”); Power of Light (“Fuqia e Dritës”); International Professional Development (“Zhvillimi Ndërkombëtar Profesional”); Humanitarian Foundation for Protection of Women and Children (“Fondacioni humanitar i mbrojtjes së gruas dhe fëmijës”); Adams’ Humanitarian Foundation (“Fondacioni Humanitar Adams”); “Word of Life” Foundation (“Fondacioni ‘Fjala e Jetës’”); God Loves Albania (“Zoti e do Shqipërinë”); Way of Peace (“Rruga e Paqes”); Austria for Albania Foundation (“Fondacioni Austria për Shqipërinë”); Church of Christ Tirana (“Kisha e Krishtit Tiranë”); Siloah Fellowship International; Albanian Encouragement Project (“Projekti për inkurajimin e Shqipërisë”); Norsk Nordhjelp; International Christian Foundation (“Fondacioni Kristian Ndërkombëtar”); Nostra Signora del Buon Consiglio; Orthodox Clinic of Evangelization (“Klinika Ortodokse e Ungjillizimit”); Bethany Fellowship Albania; Christian Center Victory (“Qendra Kristiane ‘Fitorja’”); Mission Emanuel for Albania Foundation (“Fondacioni Misioni Emanuel për Shqipërinë”); Contribute for Education Mission (“Misioni Kontribut për Edukimin”); Orthodox Union “Friends of St. Cosmo” (Lidhja Ortodokse ‘Miqtë e Sh. Kozmait’”); Christian Aid Service (“Shërbesa e Ndihmesës Kristiane”); Jehova’s Witnesses (“Dëshmitarët e Jehovait”); Christian and Evangelist Union (“Enti i Bashkimit Kristian dhe Evangjelist”); Adventistic Church (“Kisha Adventiste”); Christian Evangelistic Church (“Kisha Kristiane Evangjeliste”); Charity Mission “Mother Theresa” (Misioni Bamirës ‘Nëna Tereza’”); Selessian Association (“Shoqata Seleziane”); World Baptist Foundation (“Fondacioni Botëror Baptist”); Yürgen Walman Foundation (“Fondacioni ‘Jürgen Walman’”); Contro Informazione Terzo Mondo; Humanitarian Foundation for Albanian Christian Culture (“Fondacioni Humanitar për Kulturën Kristiane Shqiptare”); Colping Family (“Familja Kolping”); European Baptist Federation (“Federata Baptiste Evropiane”); Youth for a Mission (“Të Rinjtë për një mision”); “Don Bosco” Social Center (“Qendra Sociale ‘Don Bosco’”); Charity Missionaries – Sister M. Ancilla (“Misionaret e Bamirësisë – Motra M. Ancilla”); “Jesus’ Pupils” Society (“Bashkësia ‘Nxënësit e Jezusit’”); Adventistic Church of the Seventh Day (“Kisha Adventiste e Ditës së Shtatë”); Mother Theresa Mission (“Misioni Nëna Tereza); Nehemiyah (“Nehemia”,); Free Finish Mission (“Misioni i Lirë Finlandez); Liahona; International Protestant Assembly (“Asambleja Protestante Ndërkombëtare”); Adra Albania – Agency for Adventistic and Spiritual Development – Albania (“Agjencia për Zhvillimin Adventist dhe Shpirtëror në Shqipëri”); Oklahoma – World Institute of English for Albania (“Oklahoma – Instituti Botëror i Anglishtes për Shqipërinë”); Hope for Albania (“Shpresë për Shqipërinë”); Gjerasim Qiriazi Foundation (“Fondacioni Gjerasim Qiriazi”); Estafier.


VARLIK VE YOKLUK ARASINDA

Arnavutluk Müslümanları 11 Eylül sonrasının gerçeklerinin akabinde kimlikleri hakkında büyük şoklara şahit oldular. İslam’a karşı küresel histeri anında Arnavutluk devleti bile, kendi Müslümanlarına karşı anlaşılmaz açık bir Haçlı Savaşına alet oldu. Örneğin, 13 Ocak 2003 tarihinde Arnavutluk Müslüman Toplumu’nun genel sekreteri ofisinde suikasta uğradı. Onun esrarengiz öldürülüşü devlet araçlarını ve gizli servisleri Müslümanlara karşı taşkın bir tutuma sevk etti. Devlet, basını, onları fundamantelistler olarak itham etmede destekledi. Arnavutluk Müslüman Toplumu’nun ofisleri bir çok kez polis tarafından basıldı ve onların çalışanları hiçbir mahkeme kararı olmaksızın göz altına alındılar. Sıradan inananlar ve imamlar camilerden alınıyor ve onların parmak izleri ile fotoğrafları şüpheli olarak alınıyordu ki bu güne kadar onlara bu iğrenç suçu isnat edebilecek hiçbir delil bulunmamıştır.
Bu tarz ilan edilmemiş resmi apartheid ve ayrımcılık Arnavut Müslümanların yeni neslinden evvel asla görülmemiştir. Onlar niçin kendilerine bazı “kötü çocuklar” olarak itham edilmekle baskı yapıldığını ve basitçe, geçmişteki ataları gibi, inandıklarında dinlerinin Taliban ile eşitlenmesini anlayamıyorlardı. Arnavutluk Müslümanları basının neden kendilerini bir çeşit suçlu olarak görmek zorunda olduğunu anlayamıyordu. Onlar SHIK’in (Arnavutluk Gizli Servisi) MCA’nın ofislerine ve camilerin içlerine niçin dinleme cihazları yerleştirdiğini ve sonra onları MCA’nın ofisindeki sahte bir bomba alarmını bahane ederek sökmelerini anlayamıyorlardı. Niçin onlar da, diğerleri değildi? Bu, büyük olasılıkla, onların ülkenin en fazla yoksullaştırılmış ve zayıf düşürülmüş dini topluluğu olmaları sebebiyledir.

Bu gün Arnavutluk’un Müslümanları, Arnavut halkının en izole ve yoksul toplumunu temsil ediyor. Bunun aşılması için onların kendi enstitülerini, okullarını, kurumlarını ve medyalarını oluşturmaya ihtiyaçları var. Fakat onlar tüm bunlar için bir kaynağa sahip değiller. Onlar Cuma namazını kılmak için bile yeterli camiye sahip değiller. Bu gün Tiran’da, ülkenin başkentinde, sadece sekiz cami var ve Cuma günü Arnavut Müslümanlar Tiran’ın Merkez Meydanındaki eski Osmanlı camii olan Ethem Beg Camii onları içine alamadığı için zorunlu olarak dışarıda Cuma namazı kılmaktalar. Diğer camiler de aynı durumdadır.



Tiranın Arnavut Müslümanları devletin okulları onların İslami örtüleri sebebiyle örtülü kızlarını uzaklaştırdığında onları gönderebilecekleri hiçbir özel yüksekokula sahip değildir. Ama diğer toplumlar, Kadıyaniler ve Ahmediler dahil olmak üzere, buna sahiptirler. Arnavut Müslümanlar Hıristiyanlardan farklı olarak toplumları için hiçbir radyoya ve gazeteye sahip değildir. 1991’den sonra ülkede yaratılan tek Müslüman gazetesi (Drita İslame) şu an sağlıklı bir durumda değildir. Arnavutların tarihi dikkate değer olaylar ile dolu olsa bile, onların şimdiki durumu çok umutsuzdur. Onlar, bu gibi bir enstitüyü çalıştırabilecek yetenekte entelektüellerden yoksun değilken, ülkede onlara Osmanlı yönetimindeki atalarının dinini ve tarihini öğretecek, onların Osmanlı –İslami geçmişlerini belgeleyecek ve muhafaza edecek, İslami eğitim için bir enstitüye bile sahip değildir.

Arnavutluk Müslümanları nüfusun büyük çoğunluğunu oluştursa bile onlar, kimlikleri yüzünden farklı saldırılara karşı haklarını koruyacak ve onları temsil edecek bir siyasi partiye de sahip değildir. Arnavutluk Müslümanları arasında siyasi partilerin, radyoların, gazetelerin, okulların, enstitülerin, kurumların olmayışı bu toplumun onları yönetecek personeli olmaması sebebiyle değildir. Arnavut Müslümanların önündeki temel problem Arnavut toplumunun daha büyük problemlerinin bir parçasıdır. Komünist geçmişten miras kalan berbat ekonomik durum ve demokrasi döneminde verilen sahte sözler temel problemdir. Ülkenin şimdi tecrübe ettiği büyük ekonomik umutsuzluktan Arnavut Müslümanlar kadar dinsiz Arnavutlar da acı çeker haldeler. IMF’nin sömürgeci ekonomik politikaları tarafından yıllardan beri harap edilen, halkın %50’sinin işsiz olduğu ülkede Arnavut Müslümanların geleceği çok acımasız görünmektedir.

Onların tek yeniden diriliş umudu uyuyan Müslüman Dünya’nın Büyük Okyanusunda kaldı. Onlar, ülkelerindeki istilacı binlerce Hıristiyan misyoner, işadamı, görevli,enstitü ve organizasyona bakıp Müslüman Dünya’nın da bir gün kendisini yenileyerek, Avrupa’nın eşiğinde yaşayan din kardeşlerini hatırlayacaklarına dair umutlarını muhafaza ediyorlar.
Ancak şimdiye kadar Müslüman Dünya, saldırgan tarihi Hıristiyanlığın gemlenemeyen ağzında, İslam Dünyası Okyanusundan çok uzakta, dostane olmayan bir bölgede ölüm kalım savaşı vermek zorunda olacak Arnavutluk Müslümanlarını, onların Avrupalı görünüşleriyle hatırladı.

http://www.geocities.com/djalosh/arnauts.htm
geovisit();