28 Ocak 2013 Pazartesi

Latin Amerika İran’a karşı Amerikan baskısına niçin boyun eğmeyecek


Yusuf Fernandez
28 Aralık’ta Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama Amerika Birleşik Devletleri tarafından geleneksel olarak arka bahçesi ve etki alanı olarak görülen Latin Amerika ile İran’ın giderek artan ilişkilerini baltalamak için  “Batı Yarımkürede İran’a Karşı Kanun” isimli kanunu kabul etti
Bu yılın başında kongre üyeleri tarafından hazırlanan Kanun Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığından 180 gün içinde “İran’ın Latin Amerika’da büyüyen düşmanca varlığı ve faaliyetlerinin üzerine giden” bir strateji hazırlamasını istiyor. Kanun “İran’ın ticari ve diplomatik ilişkilerinin Amerika Birleşik Devletleri’nin ulusal güvenliğine bir tehdit olduğunu” vurguluyor. Bununla birlikte, bu kanun Amerika’daki Siyonist lobi tarafından üretilen İran karşıtı bir başka hareket olarak görülüyor.
Kısa süre evvel, Temmuz 2011’de, eski Dışişleri Bakanlığı Batı Yarımküre İşleri Yardımcısı, Amerikan Devletleri Organizasyonu’nda Amerika Birleşik Devletleri eski elçisi ve halen Amerika Birleşik Devletleri’nde yeni muhafazakarlar (neocon) tarafından kontrol edilen başlıca kuruluşlardan birisi olan American Enterprise Institute’de misafir araştırmacı sıfatıyla yer alan Robert F. Noriega Karşı Terörizm ve İstihbarat Alt Komitesi huzurunda İran Latin Amerika’da “saldırgan strateji” uyguluyor, dedi.
Latin Amerika’daki İranlı varlığına İsrail yanlısı şahinlerden Dışişleri Komitesi Başkanı ve kendisini Amerika Birleşik Devletleri’nin güvenliğine yönelik “İslam – Bolivyalı tehdidi”ne karşı bir siper olarak görevlendiren Ileana Ros-Lehtinen tarafından da sertçe saldırıldı. Ros-Lehtinen “İranlı Tehdidi” başlıklı sözde “belgesel”in yıldızlarındandı ve utanmadan diyordu ki, Amerika Birleşik Devletleri İran’a saldırmak için “Bazı Latin Amerika başkentlerinde önleyici bombalar patlatmalı” Bu film işgalci İsrail ordusunun onuruna gala yapan birisinin sahip olduğu bir Amerikan televizyon ağı olan Univision tarafından yayımlandı.
2009’da Mimai’deki Venezüellalı konsolos Livia Acosta ile ilgili, “İranlı diplomatlar ve Meksikalı bilgisayar korsanları” sayesinde Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı geliştirildiği iddia edilen saçma bir siber komployu konu alan bir başka rezalet “belgesel” Univision tarafından yayımlandı. Bu, onu Amerika Birleşik Devletleri’nden kovalamaya yarayan bir hareketti ki, yaygın bir biçimde Venezüella’nın bağımsız dış politikasına karşı bir Amerikan politik rövanşı olarak görülüyordu.
Doğrusu, Amerika Birleşik Devletleri’nin bu kanun Latin Amerika ülkelerinin egemenlik haklarını ihlal ediyor ve İran elçiliklerinin ve kültürel merkezlerinin açılışı gibi şeyleri “terörizmin yayılması”na benzer gösteren aptalca iddialar içeriyor. Eski Savunma Bakanı Leon Panetta da yakın zamanda gerçekleştirdiği Kolombiya ziyaretinde İranlıların Güney Amerika’daki etkilerini genişletmek suretiyle terörizmi yaymaya teşebbüs ettiklerine dair bu görüşleri ileri sürerek tekrarladı. Elbette bu gülünç iddiayı destekleyen hiçbir somut delil gösterilmedi.
Yakın tarihli bir haberinde uzman John Glaser, “Bu yorumların paranoid tabiatı ve bunlara dair zayıf delillerin sunulması, ana hatlarıyla, Irak’taki savaşa zemin hazırlayan savaş yanlısı korku tellallığını ürkütücü bir biçimde anımsatır. Bu şahitlik sahte güvenlik tehditlerine dair bir grup namussuzdan geliyor ve Noriega bu şahitlikte kabul ettiği için, Dışişleri Bakanlığı veya istihbarat servisleriyle bir anlaşma içinde bile değildir.”, şeklinde yazdı.
İran’a karşı Amerikan suçlamaları Latin Amerika Müslümanlarını hedeflemenin ve şüphe yaratmanın da bir yoludur. Bu kanunda, Washington “İran ve müttefiklerinin izole edilmesi”nden bahseder ve Amerikan yetkilileri İran ve diğer İran yanlısı güçleri “eşiğimizde”  cihad şiddeti yaratmak için “bölgenin tümünde camiler ve İslami merkezler inşa etmekle” suçlarlar.
Amerika Birleşik Devletleri Latin Amerika’da etkisini kaybediyor
Bununla birlikte, Latin Amerika halkı iyi biliyor ki, bütün Latin Amerika’yı bir yüzyıldan fazla bir süredir terör, savaş, yoksullukla biçimlendiren ve CIA yönetiminde oluşan askeri darbelerle ve paramiliter suçların desteklenmesiyle, terörizm ve diktatörlük rejimleriyle baskı altında tutan bir başka ülke değil, Amerika’ydı. Latin Amerika ülkelerinde en kötü insan hakları ihlallerinin suçlusu ordu personeli, herkesin bildiği gibi, Amerikalı yetkililer tarafından meşhur “Amerikalılar Okulu”nda eğitiliyordu.
Doğrusu, Kanun Amerika Birleşik Devletleri’nin Latin Amerika’daki etkisinin hızlı bir biçimde zayıfladığının bir diğer delilidir. Latin Amerika ülkeleri kendi politikalarını geliştirdiler ve Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’nın dahil olduğu Amerikan Devletleri Organizasyonu Küba’nın zirvelerine katılımı gibi meselelerde Amerikan politikalarına yönelik teslimiyet sebebiyle etki kaybederken, ALBA, UNASUR ve CELAC gibi kendi bağımsız bloklarını oluşturdular.
İran Latin Amerika ile ilişkilerini iki yönlü bir şekilde geliştirmek ve Bağlantısızlar Hareketi ile diğer uluslararası organizasyonlar çerçevesinde çalışmak istemişti. Bu durum, hala Latin Amerika ülkelerini bağımsız bir dış politika izleme veya kendi dostlarını ve ortaklarını seçme hakları olmayan vasallar olarak kabul ettiği anlaşılan Washington’u rahatsız etti. Latin Amerika ve İran veya Rusya yahut Çin arasındaki herhangi bir anlaşma Amerika Birleşik Devletleri’ndeki şüpheyi canlandırır.
Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerin derecesinin düşürülmesi, Washington’a bağımlılığa bir son verilmesi yaygın talepler arasında yer alırken, birkaç Latin Amerika ülkesi geçmiş yıllarda İran ile diplomatik ve ticari bağlarını geliştirdi. Amerika Birleşik Devletleri hala birçok Latin Amerika ülkesinin en büyük ekonomik partneri olsa bile, onun ekonomik ve finansal krizleri bu ülkeleri menfi şekilde etkiledi. Bu durum Meksika gibi bazı ülkeleri gelecek yıllarda ticari partnerlerini çeşitlendirme niyetlerini ilan etmeye yöneltti.
Uluslararası partner olarak İslam Cumhuriyeti Latin Amerika ülkelerine ekonomilerini ve birçok alanda bilimsel ve teknolojik yeteneklerini geliştirmede yardım etmek için en uygun pozisyonda olanlardan birisidir. İran sanayisi hayli gelişmiştir. Petrol ve gaz keşfinde ve sağlık, savunma, tarım ve uzay teknolojisi gibi diğer sektörlerde dikkate değer uzmanlığı vardır.
İran askeri işbirliklerinin bir parçası olarak Venezüella’ya insansız hava aracı üretmede yardım etti. İspanya medyasındaki bir habere istinaden Amerika Birleşik Devletleri savcıları Venezüella’daki insansız hava aracı üretimini soruşturuyorlardı, Cumhurbaşkanı Hugo Chavez: “Elbette onu yapıyoruz ve buna hakkımız var. Biz özgür ve bağımsız bir ülkeyiz.”, dedi. Venezüella’nın Savunma Bakanlığındaki askeri yetkililere yönelik, televizyonda yayımlanmış bir konuşmasında Chavez, uçağın sadece bir kameraya sahip ve özellikle savunma amaçlı olduğunu söyledi. Chavez, Venezüella’nın yakın gelecekte insansız hava aracı ihraç etmeyi planladığını da söyledi. Dahası, İran ve Venezüella çimento fabrikaları, uydular ve traktörler üretmek için yaklaşık 5 milyar dolarlık karşılıklı yatırım anlaşmasına sahip ve İranlılar Latin Amerika ülkesine 14 bin ev inşasında yardım ettiler.
Tahran Bolivya’daki Evo Morales ve Ekvador’daki Rafael Correa hükümetleriyle kayda değer ekonomik ve politik ilişkiler geliştirdi. Siyonist çevrelerin 1994’teki AMIA (Arjantin İsrail Mütekabil Birliği) saldırısı için İran’ı suçlama çabasının başarısız olduğu Arjantin ile İran’ın ilişkileri de Cumhurbaşkanı Cristina Fernandez hükümeti Tahran’a yönelik daha uzlaşmacı hattı teşvik ettiğinden hızla gelişiyor.
Latin Amerika ülkeleri, özellikle bağımsız dış politika izleyenler, İran’a güveniyorlar zira biliyorlar ki, İranlılar Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerini rahatsız ettiği için bir anlaşmaya ihanete zorlanamazlar. Bu, Siyonistlerin sahip olduğu medya yayınlarına ve Amerika Birleşik Devletlerinin politik ve diplomatik faaliyetlerine rağmen İran’ın Latin Amerika’daki popülaritesinin yükselmesinin başlıca sebebidir.
İngilizce yayın yapan Press TV’ye benzer şekilde İspanyolca yayın yapan HispanTV televizyon kanalı da Latin Amerikalı kitleye Orta Doğu ve uluslararası gelişmeler hakkında Siyonistlerin kontrol ettiği ajansların ve medyanın yalanlarını patlatan doğru bilgiler vermesi sebebiyle Amerika ve Siyonist çevrelerin kurduğu çemberin korkusu haline gelmiştir. HispanTV’nin yakın zaman evvel İspanyolların sahip olduğu Hispasat kanalından çıkarılması, bu bağlamıyla, Hispan V’nin geniş kitlelere ulaşmasını önlemeye yönelik umutsuz bir teşebbüstür. Bununla birlikte, bu hareket, geçmişteki benzerleri gibi, başarısızlığa mahkûmdur.
Bu yüzden, Latin Amerika halkları Amerika Birleşik Devletleri’ne onların İran veya bir başka ülke ile ilişkilerine dair mesele hakkında dış politikalarını dikte etme izni vermeyecektir. Doğrusu, Washington bunun işaretini Filistin’in Birleşmiş Milletler’de üye olmayan devlet statüsünü kazanma teklifine karşı oy kullanmaları için bu ülkelere baskı yapmayı denediğinde almıştı. Sadece bir ülke, Siyonist varlık ve yerel Siyonist lobi ile güçlü bağları olan Panama buna karşı oy kullandı.



Yazar hakkında

Yusuf Fernandez bir gazeteci ve İspanya Müslüman Federasyonu sekreteridir. Radyo Prague için çalışmaya başladı ve İspanyolca ve İngilizce yayım yapan bazı İslami sitelerin editörü oldu. Şu an El Menar sitesinin İspanyolca sayfasının editörüdür. Kendisinin İspanyol gazetelerinde yayımlanan makaleleri de bulunmaktadır.


1 Aralık 2012 Cumartesi

Suriye’den Ne İstiyorlar

Finian Cunnigham


“Caramana’dan ne isterler? Kasaba Suriye’nin her tarafından insanları bir araya getirir ve herkese hoş geldiniz der.” Bunlar bu hafta çeşitli ölümcül patlamalar sebebiyle harap olan Suriye’deki Caramana kasabasının aklı başından gitmiş sakinlerinden birisinin acı dolu sözleriydi.


Toplam ölü sayısı henüz doğrulanmadı. Patlama hakkındaki ilk haberler 34 kişinin öldürüldüğünü söylüyordu. Daha sonra toplam sayı 50’nin üzerine çıktı ve çoğu kritik olmak üzere 120 yaralı vardı. Kurbanların hepsi sivillerdi.


Geçen 20 ayda Suriye başkent Şam ve diğer şehirler ile ülke boyunca sayısız köyde düzinelerce katliama ve korkunç araba bombalamalarına şahit oldu. Ama başkentin yakınında yer alan Caramana’daki en son canavarlık Orta Doğu’ya karşı daha geniş stratejilerinde suçluların Makyavelist mantıklarını çok açık biçimde göstermesi sebebiyle diğerlerinden ayrılabilir.


Yukarıdaki olayda saldırıdan şok olmuş kasaba sakinin söylediği gibi, Caramana Suriye toplumunun çoğulcu tabiatının bir örneği olarak görülebilir, “Herkes hoş geldi”. Kasaba özellikle yüzyıllar boyunca barış içinde birlikte yaşamış Hıristiyan ve Dürzü Müslüman nüfusuyla biliniyor. Bu nüfus Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın Suriye hükümetinin geniş çaplı destekçilerindendir de.


Bu Çarşamba sabahı, işçiler, anneler ve okul çocukları günlük hayatlarını sürdürürlerken iki büyük ani patlama Caramana’nın merkezini kasıp kavurdu. İkincisi, olayın şahitleri yaralılara yardım etmek için akın ettiklerinde, birincisinden birkaç dakika sonra patladı. Suçluların iğrenç hesapları azami derecede öldürme ve acı çektirmeydi.


“Caramana’dan ne istiyorlar?” Cevap kasaba sakininin sorunun ardından gelen sözleriyle açığa çıkıyor: “Kasaba Suriye’nin her yerinden insanları bir araya getirir ve herkese hoş geldin der.”


Batılı medyanın “demokrasi yanlısı ayaklanma” olarak ilan ettiği Suriye’deki terörist savaş, birlikte yaşamaya açıkça muhalefeti amaçlıyor. Teröristlerin isteği ülkenin tolerans ruhunu koparmak ve halkını her iki taraf için de öldürücü olan nefret dolu mezhepçilik kan banyosuna batırmaktır.


Caramana’nın hedeflenmesi acımasız hesabın böylesi bir kan banyosuna ulaşması kastıyladır. Kasaba geçen aylarda birkaç benzer ama daha az ölümcül bombalamalara maruz kaldı. 20 Ekim’de bir bombalı araba saldırısı 11 kişiyi öldürdü.


Caramana’da askeri kurumlar veya devlet güvenlik kurumları yok. Belirtildiği gibi, burası farklı dinlere ve kültürlere karşı toleransıyla bilinen sivil bir bölgedir. Ama teröristler ve onların şeytani zihinleri için bu medeni hassasiyet Caramana’yı ilk hedef yaptı.


Suriye’deki silahlı militanlar Sünni, Şii, Alevi, Dürzi, Hıristiyan, Yahudi ve inançsızların birlikte yaşamasını çılgınca bağnaz ideolojilerine bir lanet olarak gören Vahhabi veya Selefi eğilimli Sünni aşırılar tarafından sevk ediliyorlar.


Suriye’deki silahlı gruplarda yer alan diğer unsular basitçe “paralı asker”  olarak görünecektir, özel dini endişeleri olmayan suçlu fırsatçılar ve paralı askerler.


Yine de, birlikte ele alındığında, tüm bu farklı militan grupları tek bir suç amacı birleştiriyor: Suriye’yi acımasızca ve umursamazca mahvetmek.


Seküler çoğulculuktan etkilenen mevcut haliyle Suriye toplumu bu aşırılık yanlısı ve suçlu fırsatçılar tarafından her ne pahasına olursa olsun yok edilmelidir. Suriye’ye sabotajın en etkili yolu mezhepçi kan banyosunu salıvermek ve toplumları birbirlerine boğazlatmaktır. Bu merkezi hükümetin çöküşüne dair bir güvensizliğe ve toplumun parçalanarak mezheplere ayrıştırılmasına yol açacaktır. Bu planlanmış şiddet, kaos ve korku ortamında Suriye, bu onurlu, tarihi ülkeyi bastırmak isteyenlerden merhamet dileyecektir.


Bu düşmanlar iyi biliniyorlar. Batılı hükümetler onu Orta Doğu’daki Batılı emperyalizm ve Siyonizm’e halk direnişinin stratejik bir engeli olarak gördüklerinden bıçaklarını uzun yıllardır Suriye için çektiler. Suudi Arabistan, Katar, Türkiye ve en sonunda Muhammed Mursi yönetimindeki Mısır’ın Sünni rejimleri İran’ın bölgesel nüfuzunu baltalama arzusuyla Suriye’yi kendi kamplarına bağlanmış olarak görmek istiyorlar.


Suudi Arabistan otokratları İran, Suriye ve Lübnan Hizbullah’ı tarafından temsil ediliyor gibi kıskançlıkla algıladıkları Şii Hilali’ni yenmeye özellikle kafayı takıyorlar. İran’ı izolasyona zorlama ve İslam Cumhuriyeti’ne karşı topyekûn askeri saldırı gündemlerinin her ikisi bir noktada birleşiyor.


Suriye bu yüzden Batı ve onun bölgesel müttefikleri için can alıcı jeopolitik bir ödüldür. Batılı hükümetler ve onların işbirlikçi medya avukatları tarafından dile getirilen demokratik reformların savunuculuğu elbette suçlu emperyalist ajandaları için alaycı bir örtüdür. Özellikle bu gülünç yalan Batı’nın yeryüzünün en baskıcı diktatör rejimleriyle –Fars Körfezi monarşileri-  danışıklı bir biçimde Suriye’yi “özgürleştirmek”  istemesiyle açığa çıkıyor.


Yine, eğer Suudi Arabistan ve Katar Suriye’deki Arap Müslüman kardeşlerinin iyiliğiyle çok ilgileniyorlarsa, niçin bu sözde kahraman monarklar Gazze’nin kuşatılmış Filistinli halkına yardım etmek için silahlar ve savaşçılar göndermiyorlar?


Suriye ödülünün ölçüsü cinayet boyutundadır ki, Suriye’nin düşmanları gidip ülkeyi mahvetmek ve kendi tarzlarında bir rejim yerleştirmek istiyorlar.


Hula ve Kubeyr gibi köylerdeki ailelerin ve çocukların katliamları; soğukkanlılıkla katledilen sivillerin katillerinin önünde diz çökmeye zorlanması ve bu hafta Caramana’da görüldüğü gibi sivillerin duyarsızca bombalanması Batılı hükümetlerin ve müttefiklerinin on yıllardır her yerde mükemmelce yaptıkları terör teknikleridir. Amerikalılar bu gibi şeytanca sistemli terörizmi Orta Amerika’da; Fransızlar Kuzey Afrika’da ve İngilizler Doğu Afrika ve çok daha yakın zamanlarda Kuzey İrlanda’da kullandılar.


Suriye olabilecek bütün canice saldırıların en kötüsüne şahit oluyor – Batılı devlet terörizminin değişim ve birleşimi akılsız Arap despotların petro-dolarlarıyla dolduruldu.


Bu iğrençliğe ilaveten, Suriye’deki suçların birçoğu failler tarafından filme alındı ve akabinde hükümet kuvvetlerinin eylemleri iddiasıyla yayımlandı. Bir örnek, kendi savaş suçlarını gülerek filme alan Halep’teki paralı askerler tarafından bir caminin patlatılıp yıkılmasıydı.


Batılı medya failin Suriye ulusal ordusu olduğunu iddia etti, daha sonra ortaya çıktı ki, bunlar sözde Özgür Suriye Ordusu üyeleriydiler.


Yakın zamanda Suriye silahlı kuvvetlerinin çocukları öldürmek için misket bombası kullandığı iddiası bilinen Batı medyasında öne çıkıyor. Ama Batı destekli paralı askerlerin ve Batılı propaganda makinesinin bilinen geçmiş performansı, şüphenin ağırlığı, onları kesinlikle yalanlıyor.


Caramana’da çok sayıda masumun öldürülmesinden sonra saatler içinde New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Suriye hükümetini “insan hakları ihlallerini yaygınlaştırmak” sebebiyle kınayan bir bildiri taslağı hazırladı.


Kınama Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye tarafından birlikte destekleniyordu, yani Batılı devlet terörizminin Suriye halkını kan banyosuna daldıran birçok sponsoru tarafından. Bir kuruluş olarak Birleşmiş Milletler sadece değersiz bir propaganda aracı değildir, bilakis o, masumların kanını sıçratan bir propaganda aracıdır.


Finian Cunnigham


1963 doğumlu yazar aslen Belfast, İrlandalıdır. Uluslararası ilişkiler alanında meşhur bir uzmandır.  Yazar Batı destekli rejim tarafından işlenen insan hakları ihlallerine ışık tuttuğu için Haziran 2011’de Bahreyn’den sınır dışı edilmiştir. Gazetecilik kariyerinden evvel Cambridge, İngiltere’de bulunan Kraliyet Kimya Topluluğu için bilim editörü olarak çalışan yazar aynı zamanda müzisyen ve söz yazarıdır. Yazar uzun yıllar The Mirror, Irish Times ve Independent gibi anaakım medyada editör ve yazar olarak görev yapmıştır. Şu an Doğu Afrika ile ilgilenen yazar Bahreyn ve Arap Baharı’na ilişkin bir kitap yazmaktadır. Bandung Radio’da güncel olaylara dair haftalık bir program yapmaya da devam etmektedir.

Gürkan Biçen tarafından İngilizceden tercüme edilen bu makale www.medyasafak.com sitesinde yayımlanmıştır.

Türkiye Lanetli Yolda

Suların arasındaki kayalıklardan yükselen Kız Kulesi, aşırı yüklü kargo gemileri, yolcu gemileri, gezinti tekneleri ve turistlerle dolu istim çeken vapurlar; onlar karadaki dağ gibi camilere benzer şekilde Boğaziçi’ne kendi yollarını açıyorlar. Bu devasa, Tanrı yapımı nehir Akdeniz ile Karadeniz arasında akıyor. Yeni Roma’yı inşa eden Roma İmparatoru Constantin’in günlerinden bu yana Avrupa ve Asya’ya kurulan bu şehir bütün zamanlarda insanlığın en harika başkentlerinden birisidir. O, bin yıl evvel de yeryüzünün en kalabalık şehriydi, bu gün de muazzam büyüklüktedir. Şehirde on beş milyon kişi yaşıyor, her yıl yirmi milyon kişi de şehri ziyaret ediyor. Kudüs, Roma, Babil, Moskova ve Londra’nın gerçek İmparatorluğun, bu şehrin yanlış yere koyulan görüntüleri olduğunu ileri süren tanrıtanımaz Rus tarihçi Anatol Fomenko’nun tuhaf vizyonu onun azametini açıklar.

Büyüklüğü ve tarihine rağmen bu şehir atik ve canlı bir barış içindedir, ağırbaşlı bir şekilde bile olsa. Şehir, yoğun noktaların uzağında kalabalık hissi vermiyor. Yeşillendirme düzenli bir şekilde işlenmiş, geçmiş yılların iğrenç bitpazarları kaldırılmış; eski binalar makyajlanmış, harabe saraylar masraftan kaçılmaksızın onarılıyor. Boğaziçi de temizdi ve daha önce hiç olmadığı gibi kanalizasyon onun içine akmıyordu. Şehri modern ücretsiz yollar çevreleyip kıyılarından geçiyor ama tarihi bölgeleri riske atmıyor.

Eski hilafet merkezi ve İslamcı hükümetin ülkesi şehir, modernite ve inanç arasında iyi bir uyum yakalamış. Dini okullar çok ve eğitimli kişiler teoloji tartışıp Aquinalı ve Palamas ile İbni Arabi ve İbni Tufeyl’i kıyaslıyorlar. Kafe müşterileri içeceklerini yudumlarken, müezzinler rahatsız etmeksizin uyumlu bir şekilde ezan okuyorlar. Kızlar başörtüsü veya mini etek giymekte serbestler ve onlar ikisini de deniyorlar.

Daha da önemlisi, hükümet sınırsız pazar ekonomilerine katılmıyor ve komşularının neoliberal aşırılıklarına izin vermiyor. Belediyelerin sahip olduğu birçok kafe var, özellikle parklarda, fiyatlar kabul edilebilir düzeyde ve giriş ücrete tabi değil. Alkol hizmeti vermiyorlar ve çocuklu aileler için cazipler. Şehir merkezinde kiralar kitabevlerine ayakta kalma ve gelişme izin verecek kadar düşük. Her yerde olduğu gibi Türkiye’de de küresel kriz hissediliyor ama burada maaşlı sınıflar kendilerine düzenli ödemede bulunulursa fakir de olsalar mülk edinebiliyorlar. Fiyatlar kontrol altında tutuluyor, ani yükselmeler önleniyor. Lüks tüketim önerilmiyor. Zenginler zengin ve fakirler de fakir ama zenginler gösteriş budalası değil ve fakirler de umutsuz değil.

İnsanlar ılımlı, yardımsever; saldırgan değil. Geceyarısı Ekspresi’nin Türkiyesi’nden dağlar kadar farklı. Onurlu ve açık sözlü olmayı tercih ediyorlar ve kendileri için şov yapmıyorlar. Çok sanatçı ruhlu değiller ve mutfakları İngiliz mutfağıyla kıyaslanabilir. Eğer o büyük bir iltifat değilse, imparatorluk kurucuları olmak anlamsızdır ve bu gibi halklar genellikle çok açgözlü değildirler. Fransızlar daha iyi yediler ve onların kadınları imparatorluklarının sonunu getirmeye daha hevesli görünüyordu.

Avrupa dışındaki başka örneklerde olduğu gibi, İstanbul ülkedeki refahın tek vahası değil. Türkiye’yi gezdim ve geçmiş on yılın modernizasyonunu gördüm. Yollar düzgün, evler iyi onarılmış, marketler dolu, insanlar iyi giyimli, şehirler ne donuk ne de caf caflı ama yavaşça güne uyarlanır halde. Bu, Başbakan Erdoğan liderliğindeki ılımlı İslamcı hükümetin büyük bir başarısıdır.

Türkiye 1960 ve 70’li yıllarda olduğu gibi artık bir basket sepeti değildir. Almanya’da, babalarının kırk yıl evvel ülkelerini terk edip Avrupa’ya gelmekle düşüncesizce bir karar aldıklarını söyleyen bazı Türk göçmenlerle buluşmuştum. Onlar, Avrupa’da büyüdükleri için yeni bir çevre kurmak ve bir iş bulmak zor bile olsa Türkiye’ye geri dönmek istiyorlar. Ne olursa olsun, Türkiye dışına büyük bir göç yok; milyonlarca Türk’ün Avrupa’ya gideceği kâbusu yok oldu. Onlar ülkelerinde kalmayı tercih ediyorlar ve Türkler kendi ülkeleriyle çok gurur duyuyorlar.

Erdoğan halk arasında popülerdir. İnsanlar bana onun gerçek bir karizma sahibi olduğunu söylüyorlar. O, hasımlarını yendi ve onun liderlik pozisyonu tartışmasızdır. Bu gibi iyi sebeplerle, Türkiye ona kibarca teşekkür ediyor. Ülkenin gelirleri ikiye ve milli hasıla üçe katladı. Erdoğan hükümeti Türkiye’de iyi bir iş çıkardığı için kendisini gerçekten tebrik edebilir.

II

Türkler 1920’lerdeki büyük sürgün ve ülke dışına çıkarmalar gibi Dönüşüm’ün devasa sarsıntılarının üstesinden geldiler. Şehrin (İstanbul’un) Rumları Yunanistan’a gönderilmeseler bile, Yunanistan Müslümanları Türkiye’ye gönderilirken, Türkiye’nin hemen hemen bütün Hıristiyan toplumları Yunanistan’a gönderiliyordu: Birbirine sıkı sıkıya bağlı iki toplumun şiddetli ve acı dolu ayrılığı. Bütün ayrılıklarda olduğu gibi, ayrılan taraflar –çalışkan kadın ve güçlü koca- yeni durumlarına adapte olmak için yıllar harcadılar.

Rumlar çok açı çektiler. Onlar İmparatorluğun her yanına dağılmış ve merkezi mevkileri işgal etmişlerdi. Bazı Türk tarihçiler Osmanlı yönetimini “Türk – Rum İmparatorluğu” olarak anmayı tercih ederler. Rumlar Osmanlı’nın Büyük Vezirleri idiler; İskenderun’dan İzmir’e oradan İstanbul’a kadar Akdeniz’i yönettiler; tıpkı Birinci Roma hükümdarlığı altında olduğu gibi İkinci Roma günlerinde de ticaret yaptılar, şiirler yazdılar. Sonra birden bire kendilerine güçlükle yer bulabildikleri küçük ve dar kafalı Yunanistan’a dolduruldular. İskenderiyeli şair Kavafis küçük Atina’nın kaybettikleri sahil şehirlerinin yerine asla geçemeyeceğini kuvvetle vurguladı. Bugünkü Yunanistan krizi tarihin bu parçası olmaksızın anlaşılamaz.

Türkler de acı çektiler. Geleneksel olarak onlar orduda hizmet ediyorlardı ve toprakla uğraşıyorlardı. Rumlar olmadığında ticaret ve zanaat inişe geçti, askerileşme baş üstü edildi, yiyecek azlığı yaygındı, kültürleri sanki Rumlarla birlikte ayrılmış gibi hayat donuk ve kabaydı. Ancak şimdi, yıllar sonra Türkler iyileşmeyi başardılar ve iyileştiler.

Erdoğan’ın hükümeti Hıristiyan topluluklar için iyidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin daha evvelki Kemalist hükümetleri daha çok milliyetçi ve İslam karşıtı olsalar bile acımasızca Hıristiyan karşıtıydı. Kalan kiliselerin tamirini yasaklamışlardı; rahipler yurtdışından getirilemezdi. Şimdi kilise mülkleri tamir ediliyor, vakıflar iade edildi, rahiplerin gelmesine, kalmasına ve Türk vatandaşlığına geçmesine izin veriliyor.

İslamcı hükümet 1950 karışıklıkları ve katliamları sonrasında ülkeyi terk eden Rumlara ve Ermenilere dönme, mallarını yeniden edinme ve Türkiye’ye yeniden yerleşme izni verdi. Daha evvel Yunanistan ile birlik fikrini düşünmeye başlamak hayal bile edilemezdi.

Sadece Türkler güzel Hellaların (Rum kızlarının) taliplisi değiller: Ruslar da onu, Batı tarafından terk edilmiş Hıristiyan kız kardeşlerini Avro-Asya Birliklerinin içine almak istiyorlar. Bunu Belarus, Rusya ve Kazakistan’ın yer aldığı birliğin koordinatörü Sergey Glaziev yakın zaman evvel üst düzey Rusların, Asyalıların ve Batı muhaliflerinin toplandığı Rhodes Forum’da ilan etti. Teklifler karşılıklı nezakete has değildir: Herhangi birisi onların üçlü ilişkisini Yeni Bizans İmparatorluğunu diriltmek olarak hayal edebilir. Kısmen Müslüman ve Türk Kazakistan Türkiye’nin eski bir dostudur, öyleyse böyle bir ittifak makuldür. Frau Merkel ile işler biraz daha kötüye gitti ve bu olacak.

Yunanistan’da, İmparatorluğun yeniden evrilmesi de devam ediyor. Orada da geçmişi yeniden değerlendirmeye, iki tarafın avantajlarının farkında olmaya ve dikkatlice ilerlemeye çağıran sesler var. Dimitri Kitsikis bu seslerden birisi ve Atina’yı ziyaret ettiğimde onların bir çoğunu işittim. Etkileşim gerçeklikleri de sınırlandırmıyor. Geçen Pazar, İstanbul’un kıyısındaki mütevazı bir Rum kilisesini ziyaret ettim ve yakın zaman evvel Yunanistan’dan gelen ve Türkçeyi zaten bilen genç bir rahip ile görüştüm ve daha da ilginci, Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmiş ve hizmet ile meşgul olan birkaç etnik Türk ile karşılaştım. Taraflar Tanrı’nın Sözlerini Türkçe okurken yardımsever ve hoşgörülü bir şekilde gülümsüyorlardı.

III

Ve onlar bütün bu başarıları yok etme, boşa harcama ve boşa akmasına izin vermeye niyetliler. Türk hükümetinin Suriye planından bahsediyorum. Eğer askerlerini Şam’a gönderecek olurlarsa bu yeterince kötü olacak. Bu Viyana ve Tirol Almanlar, Kiev ve Riga Ruslar için ne kadar geçmişlerine ait ise Şam ve Halep de Türklerin geçmişine ait olduğundan yanlış fakat anlaşılabilir olacak. Ama onlar daha da kötüsünü yapıyorlar.

Türkler Pakistanlılar tarafından oynanan Afgan senaryosunu tekrarlıyorlar: Onlar bütün İslam dünyasından aşırı fanatik militanları getirip onlara silah sağladılar ve onları kendi askeri korumaları altında Suriye sınırından sızdırdılar.

El Kaide ve Taliban cihatçılarının Pakistan’daki Kuzey Veziristan’dan Türkiye ile Suriye sınırına uçurulduklarına dair haberler var. Misalen, Türk Havayollarının 709 sefer sayılı Airbus uçağı 10 Eylül’de Türk istihbaratının gözetiminde Karaçi – İstanbul rotasında uçtu. Veziristan’da kalan Suudi Arabistan, Kuveyt, Yemen, Pakistan, Afganistan ve başkaca Araplardan oluşan bir 93 kişilik bir grup getirildi. Bu haber bağımsız kaynaklarca kontrol edilemedi ama yabancı cihatçıların Türkiye üzerinden Suriye’ye geçtiklerine dair birçok haber mevcut. 

Bu, kesinlikle, Pakistan’ın 1980’lerde Amerika Birleşik Devletleri kılavuzluğunda yaptığı şeydir. Afganistan seküler bir hükümete sahipti, kadınlar öğretmen olarak çalışıyorlardı, üniversiteler doluydu, fabrikalar inşa ediliyordu ve afyon tanınmıyordu. Pakistan da iyi durumdaydı. Birkaç yıl sonra Afganistan bir iç savaşa sürüklendi (tanrısız komünistlerle savaş kılıfında) ve Pakistan bu laneti izledi. Afganistan yıkıldıktan sonra, savaşçılar Pakistanlı ev sahiplerini terörize etmeye başladılar. Şimdi Pakistan dünyanın en acınası ülkelerinden birisidir. O, alıp beslediği akılsız cihadizm hastalığı tarafından tüketiliyor.

Bu ideolojik hastalık biyolojik savaşa benzer. Komşularınızın sizin gönderdiğiniz hastalıklarla bozulacağını umabilirsiniz ama emin olmalısınız ki sizin halkınız da bundan etkilenecektir. Bunun için hiç kimse geniş çaplı bir biyolojik savaşı denemedi. Bu intihardır. Ve bu şu an Türk hükümetinin yaptığı şeydir. Onlar cihatçıları Suriye’ye getirdiler ama cihatçıların Türkiye’ye dönmesi ancak bir zaman meselesidir.

Türklerin İslami hislerine saygı duyuyorum. Onları camilerde gördüm; Sufi tarikatlarını ve onların büyük cazibesini biliyorum. Birçok Türk California’dan Tahran’a kadar sevilen büyük Sufi şair Rumi’nin hatırasına hürmet için Konya’da toplanır. İslami hükümet Türkiye’de gerçek bir başarıydı. Öyleyse niçin Pakistan’ı bu lanetli yolda izliyorlar?

Dışişleri Bakanı ve Suriye’deki Türk müdahalesinin baş destekçisiAhmet Davutoğlutarafından bu soruya cevap veren bir makale yazıldı. O bunu bir üniversite öğrencisi olarak, 20 yıl evvel yazdı ve onunla birlikte okuyanlar bunu iyi hatırlarlar. Genç Davutoğlu, eğer ihtiyacımız varsa şeytanla bir anlaşma yapabiliriz ve yapmalıyız, diye yazmıştı.

Onun bakış açısıyla, Yavuz Sultan Selim’in yönetimi altındaki İmparatorluk’ta uygulanan Sünni İslam sadece doğru inanç değil, müspet sonuçların garantisi olan bir demir yastıktır. Onun yönlendirdiği bir devlet yanlış yapmaz. Böyle bir devlette şeytanca işler bile Her şeye Kadir olan tarafından müspet sonuçlara çevrilecektir. Bu sebeple, o, İmparatorluk 600 yıl yaşadı ve başardı, diye yazdı.

Genç Davutoğlu partnerlerin iyi veya kötü olmasına bakmaksızın, İslamcı Türkiye’nin güçlü partnerlerle kurulacağını bunun için yazdı. Bu, inancımız ve Kadir-i Mutlak’ın yardımıyla kazanacağımız zafer için Şeytanla bile bir anlaşma (Faust Paktı) yapabiliriz, anlamına gelir. Amerika birçok Müslüman için olduğu kadar Davutoğlu için de bir şeytandır ama onun belirsiz felsefesiyle silahlanmakla o, Türkiye’nin gelecekteki zaferi için şeytana katılmaya hazırlanıyor.

Bu, Şeytanla ilgili tutumları en belirsiz olan Yezidiler veya daha muhtemelen, her şeye izin verildiğine ve günahın en iyi kurtuluş yolu olduğuna inanan Sabatay Zevi’nin takipçileri olan Dönmelerle ilişkileri yoluyla İslam’ın etkilendiği geleneksel olmayan anlayış biçimi olabilir miydi? Daha geleneksel inançlara sahip insanlar biliyorlar ki, her kim Şeytan ile anlaşırsa er ya da geç kahrolur; onunla birlikte içmek için yeteri kadar uzun bir kaşık yoktur.

Sonra onun belirsiz teolojisini belirsiz politikasına dönüştürme vakti geldi. Amerika ondan militanları Suriye’ye getirmesini istedi ve o da böyle yaptı. Türk arkadaşlarım Erdoğan’ın kişisel olarak böyle teolojik inançları olmadığını ama pratik kabulleri takip ettiğini söylediler. Amerika Birleşik Devletleri ve NATO ile ittifak meselesi Erdoğan ile onun bir zamanlar hocası olan Necmettin Erbakan’ı ayırdı. Erbakan buna karşıydı; Erdoğan bunu kabul edilebilir buldu. Erdoğan bir günde Erbakan’ın takipçilerini reformist oluşum Ak Parti’ye taşıdı ve on yıl önce iktidara geldi ve genel olarak başarılı oldu. Azınlık, mevcut etkisini sürdürse de seçimlerde başarılı olamayan Saadet Partisi, muhalefet oldu.

Dışarıdan birisi için umulmadık bir şekilde Saadet Partisi Erdoğan ve Davutoğlu’nun Suriye macerasına karşı sert muhalefet gösterdi. Suriye’ye müdahale sıklıkla “katledilen Müslümanlara İslami yardım” olarak açıklansa bile Saadet Partisi liderleri bunu Suriye ve Türkiye’ye karşı bir Amerikan komplosu olarak algıladılar. Saadet Partisi müdahaleye karşı güçlü gösteriler düzenledi.

Belki bu, Başbakan Erdoğan’ın eski yoldaşlarını dinlemesi, Suriye’ye yönelik şeytan destekli politikanın doğruluğunu kabul etmemesi ve onun haklı olarak gurur duyduğu tüm başarılarını yok etmeden evvel savaş makinesini durdurması için doğru zamandır. Türkiye ile Suriye’yi daha yakın bir birliğe getirme rüyası hala gerçekleşebilir ama savaş köpeklerinin salıverilmesi yoluyla değil.

Gürkan Biçen tarafından İngilizceden tercüme edilen bu makale www.israhaber.com sitesinde yayımlanmıştır.

29 Ekim 2008 Çarşamba

Komünizm Sonrası Arnavutluk’ta İslamofobi’nin Politik Suiistimali 2

Komünizm Sonrası Arnavutluk’ta İslamofobi
Olsi JAZEXHİ
Arnavutluk’un 1990’larda Batı’ya açılmasıyla birlikte –İslam dahil- dinin yeniden doğuşu gerçekleşti. Demokrasinin ilk yılları boyunca Arnavutluk’un Müslümanları ülkede az sayıda medrese açtılar ve bir miktar cami inşa ettiler. Onların dini faaliyetleri Arnavutluk Müslüman Toplumu, Dünya Bektaşi Merkezi ve bazı küçük Sufi teşkilatlar (tarikatlar) tarafından organize ediliyordu ki bunlar denizaşırı ülkelerdeki Müslüman organizasyonların yardımıyla yıkılan kurumlarını yapabildikleri kadarıyla yeniden inşa etmeye çalışıyorlardı.

Bununla birlikte, Arnavutluk’un Batı’ya açılmasıyla Enver Hoxha’nın zamanında her çeşit dini inanca baskıya alet olan bir kısım eski komünist Arnavutluk’un “yeniden islamlaşması” olarak algıladıkları şeyi düşmanca protesto ettiler. Komünizm döneminde din karşıtı fikirleri ile tanınan İsmail Kadare (9) İslam’ın Arnavutlar arasında yeniden keşfedilmesine karşı bir kampanya başlattı. Onun İslam’a yönelik düşmanlığı şimdi ateizmin militanca savunulmasından Arnavutların Hıristiyanlığa dönmesi açık arzusuna dönüşüyordu. Bu, o 1991 yılında şunları deklare ettiğinden beri açıkça yapılıyordu:

Arnavutluk’un geleceği onunla kültürel olarak temas ettiği eski günlerden ve Türkler öncesine özleminden bu yana Hıristiyanlığa doğrudur. Zamanın geçmesiyle sonraki İslam dini ki, Osmanlı ile gelmişti, (önce Arnavutluk’ta ve sonra Kosova’da) yerini Hıristiyanlık veya daha kesin olarak Hıristiyan kültürü alana kadar yok olmalıdır. Böylece bir kötülükten (1967’de dinin yasaklanmasından) bir iyilik meydana gelecek. Arnavut milleti büyük bir tarihi doğru gerçekleştirecek ki bu onun anakarasıyla birliğini hızlandıracak: Avrupa (10)

Yukarıdan anlaşılabileceği üzeri Arnavutların İslam’a girişi Kadare tarafından tarihi bir “günah” olarak değerlendiriliyor.

Kadare, komunsit dönem boyunca ve halen bir çeşit “halkın babası” ve Arnavutluk’un Batı’daki “görülen yüzü” olarak Kabul ediliyor, hiçbir şüphe duyulmadan denilebilir ki, bugünün Arnavutluk’unda İslamofobi ve Türk karşıtlığının başlıca mimarıdır. Enver Hoxha ona derin saygı duydu ve Kadare Fransız lobisinin ve Sali Berisha’nın aleni hürmeti (11) sebebiyle halen yüksek politik statüye sahiptir. Ancak onun İslam’a, Asya’ya, Türklere, Araplara, Çingenelere, Ulahlara ve diğerlerine karşı ırkçı görüşleri ki, Arnavut okullarındaki ders kitaplarında gençliğin eğitimi için sıklıkla kullanılıyordu, birçok insane bunları ırkçılık ve İslamofobi ile dolu bulduğundan beri Arnavutluk ve Kosova’daki halkta birçok çekişme ve itiraz meydana getirdi.

Romanlarının ve yazılarının büyük bir kısmında Kadare, İslam ile katıksız kötüniyeti denk tutar. Onun komunizm sonrası yazılarında Avrupa ideali 1989’a kadar savunduğu komunist idealin yerini alır ve son derece iyi gösterilirken, İslam, Asya ve Türkler onun favori kötüleri olarak kaldılar. Sulstarova’nın gösterdiği gibi, Kadere’nin çalışmalarında Arnavutların milli düşmanı olarak komunizm sonrası dönemde bile Türk ve onun dini olarak yansıtıldı. Gerçekte, Kadare bu paragraflarla Arnavutlar ile Türklerin ilişkisini bozuyordu:

a. acı zamanlar – Türk işgali öncesi
b. barbarlık zamanları – Türk işgali ve Arnavutluk’un İslamlaşması ile başladı
c. barbarlığa karşı direniş zamanları – Türklere karşı Arnavut isyanları ile başladı
d. şafak vakti – Arnavutluk’un Osmanlı’dan ayrılmasıyla oluştu (13).
İslamofobi ki, Kadare Türkler hakkındaki değerlendirmelerinde gösterir, sürekli olarak onların dini ile ilişkilendirilir: İslam. Örnek olarak, onun Ura me Tri Harqe romanında o, Osmanlı’nın Arnavutluk’a gelişini “…ufukta karanlık şeyler var: Türk devleti.” şeklinde tasvir eder. Türk devleti feodal ve salt kötülük olarak resmediliyor ve İslam ile ilişkilendiriliyordu. Kadare “Onun minarelerinin gölgeleri bize ulaşır” diye bahseder.(14) Kadare Türkleri Avrupanın üzerine karanlık bir gölge getiren insanlar olarak resmeder. (15) Onun için başlıca amaç, ki Türkler Avrupa ve Aranvutluk’a (Avrupa’nın sınır bekçsi olarak betimler) karşı sahipti, Arnavutları yok etmek, onları Asyalı yapmak ve eğer onlar direnirlerse onların yerine Arapları yerleştirmek, öyle ki, Avrupa’nı edepli koruyucularının arkası kesilecekti.


Kadare’nin çalışmalarındaki İslamofobi ve ırkçılık ruhu bugün de ölmüş değildir. Onun son eseri “Arnavutların Avrupalı Kimliği” (2006’da basıldı) onun İslamofobiyi kullandığı bir diğer örnektir. Burada, ırkçılık ve bugünkü terörizme karşı savaşı kullanma yoluyla o, Arnavutları Avrupalılar gibi olamak için İslam’dan tamamıyla vazgeçmek zorunda olduklarına ikna etmeyi dener. Kadare Arnavutluk’un İslam Konferansı Örgütüne dahil olmasını, bazı Aranvut entellektülellerin Arnavutları Müslüman olarak tanımlama çabalarını kınar. O, Arnavutulk’u Müslüman Dünya’nın parçası olarak görmek isteyenlere ve Müslümanların namazlarındaki secdenin çokluğuna bile saldırır. Kadare’ye gore, Arnavutlar ancak Avrupalıdır (17) ve Avrupalı olmanın Kadare için anlamı İslam’a muhalif olmaktır. Dünya Batı ve diğerleri diye iki parçaya bölündüğünde, Kadare ilan eder ki, Arnavutluk her ikisinin de , Asya’nın ve Avrupa’nın, birlikte parçası olamaz o ancak Avrupa’nın parçasıdır ve özellikle Katolik Hıristiyanlığın.

Kadare’ye gore Osmanlılar tarafından Arnavutluk’a getirilen İslam, İslam’ın özel bir tarzıydı. Onun iddiasına gore, Osmanlılar, Arnavutluk’a Katolik Hıristiyanlık’ın çok altındaki düzeyde bir İslam getirdiler. O, bu Türk İslam’ının düşüklüğünü sanatlarda gözler ki, Kadare’ye gore, -bu sanatlar- homoseksüellik ve sübyancılık ile doluydu. Kadare Osmanlı İslam’ını gericilik, enayilik ve çağdışılık olarak kabul eder. Ve onun gerici tabiatı sebebiyle, o iddia eder ki, İslam, onun hissettiği Hıristiyanlıktan farklı olarak, geleneğe sığınak olur ve bugün, terörizme.

İslam Avrupa’ya ve moderniteye karşıdır ve Arnavutluk’un durağanlığının en önde gelen sebebidir fikri esasen Arnavutluk’un eski komunist entellektüelleri tarafından son onyedi yıldır durmaksızın tekrar edildi. Bu, doğal olarak çadaş Arnavut politikacılarına yansıyandır. Arnavutluk Sosyalist Partisi (Partia Socialiste e Shqipërisë) Arnavutluk’ta İslam’ın ifade edilmesine karşı koyanların ele başıdır. Onların yetkilileri ki, genel olarak güneyden Ortodoks Hıristiyanlardır, Berisha hükümetine karşı 1990’ların ortasında yürüttükleri kampanya boyunca sık sık onu sadece Arnavutluk’u değil tüm Avrupa’yı İslamlaştırmak istemekle suçladılar. Onlar 1997’de iktidara geldiklerinde yabancı Müslüman ülkelere (19), Arnavutluk’un İslam Konferansı Örgütü’ndeki üyeliğine ve otuz yıl evvel sosyalistler tarafından kapatılan veya yıkılan eski cami ve medreselerin yeniden inşa edilmesine karşı histerik bir anti-Müslüman kampanya başlattılar. Arnavutluk’taki Sosyalist Partinin hiyerarşisi Avrupa’nın Arnavutluk’u kabul etmeyişine temel sebep olarak İslam’I görmeye devam eder. Sosyalist Parti’nin önde gelen sözcülerinden Neshat Tozaj 1995’te deklare etti ki;

Arnavutluk Avrupa’nın kapılarını çalıyorken, o İslam Birliği’ne giriyor… Bir İslam ülkesi oluşun laneti Arnavutluk’un üzerinde asılı duruyor. Bir lanet ki, biz kendimizi sıcak bir demirle alnımızdan damgalıyoruz… [İskenderimiz] çeyrek yüzyol Osmanlı Türklerine karşı savaştı ve başarılı oldu ve sadece Arnavutluk’u kurtarmak değil ama aynı zamanda Hıristiyan Avrupa için bir bariyer oldu.(20)
Tozaj’ın İslam Konferansı Örgütü’ne karşı kavgacı düşünceleri Arnavutluk’u İslami Fundamentalizm’in mahzeni olarak damgalayan, Paris’te yayımlanan bir makaleye gönderme yapıyordu. İslam’ı dünyadaki şeytani güç olarak algılayışı sebebiyle Tozaj, Batı’ya Arnavutluk’taki Müslümanların küçük ve önemsiz bir azınlık olduklarını ispatlayacak bir milli referendum yapılmasını teklif etti.

Komünizm Sonrası Arnavutluk’ta İslamofobi’nin Politik Suiistimali 1

Arnavutluk’ta İslamofobi’nin tarihi kökleri
Avrupa Konseyi’nin yakın dönemdeki yayımlarından birinde “İslamofobi”, “İslam’a, Müslümanlara ve onlara ilişkin meselelere karşı önyargı veya korku/kuşku. İster ırkçılığın ve ayrımcılığın günlük hayattaki şekillerinden isterse daha şiddetli biçimlerinden meydana gelsin, İslamofobi insan haklarına tecavüz ve sosyal uyuma karşı bir tehdittir.” şeklinde tanımlıyordu. (1) İslamofobi bir terim olarak ilk kez oryantalist bilimadamı Etienne Dinet tarafından 1922 tarihinde hazırlanan L’Orient vu de l’Occident isimli denemede kullanıldı. Bununla birlikte kavram, Müslümanların Batı Avrupa’da 1990’larda yüzleştikleri ayrımcılığın tanımlanmasında ortak bir deyim/tabir haline geldi. (2)

İslamofobi, bugün anlaşıldığı şekliyle, 11 Eylül sonrası Batı Dünyası’nda şiddeti yoğunlaşmış İslam karşıtı bir söylem ve pratiktir. İslamofobi kavramına o, yabancı düşmanlığından terörizm karşıtlığına uzanan bir çok farklı olaya sıklıkla anlamı kaydırılarak uygulandığından beri birçok yazar tarafından itiraz ediliyor. Marcel Maussen’in işaret ettiği gibi, “İslamofobi kavramı benzer ideolojik merkezden çıkan farklı şekillerdeki söylemlerin, açıklamaların ve işlerin her çeşidini birlikte gruplandıran, İslam hakkında rasyonel olmayan bir korkudur” (3) Bu çalışmanın yazarı gözlemledi ki, İslam ve Müslümanlar sanatta, edebiyatta, medya ve kamu işlerinde “ötekiler” ve medeniyetin düşmanları olarak gösterilerek İslamofobi kritik bir alan edindi.

Bu çalışmanın yazarı gözlemledi ki, İslamofobi sadece korku ile ilişkili değildir. Bilakis İslam ve Müslümanların simgelediğine yönelik akıldışı bir nefrettir. Arnavutluk örneğinde İslam ve Müslümanlar “öteki” ve medeniyet düşmanları olarak gösteriliyor ve İslamofobi şimdiki ve komünist geçmişten kalan sanat, edebiyat, medya ve kamuoyu tartışmalarında sunuluyor İslamofobi Arnavutluk’ta sıklıkla dine karşı (bizim örneğimizde İslam) geçmişteki komünist propaganda ile modern Hıristiyan ve özellikle Katolik ilhad ve Türk düşmanlığı ile karışmıştır. Terörizme karşı şimdiki savaş ve geçmişteki Osmanlı mirasına karşı nefret sıklıkla İslam karşıtı duygularla birliktedir. (4)

Öyle ki, yeni bir terim olarak İslamofobi, İslam ve Müslümanlar hakkındaki olumsuz algılayışlar Avrupa’nın tarihine kolaylıkla dayandırılabilir. Haçlılardan sömürgeciliği, İran İnkılabından Irak’taki mevcut savaşa kadar İslam ve onun izleyicileri İslam ve Hıristiyanlığın karşılaştığı Avrupa’da ve diğer yerlerde alışılmış bir şekilde yanlış tanıtılmıştır. Karen Armstrong’un gösterdiği gibi, İslam’ın Batı’ya doğru gelişi ve Haçlıların bulunuşu, İslam ve onun peygamberi Batı Medeniyeti’nin en büyük düşmanı oldu ve her çeşit çirkin ve aşağılayıcı terimler onun tehdidini tanımlamak için geliştiriliyordu. (5)

Güneydoğu Avrupa’da, İslam ve Müslümanlar hakkındaki kötü görüşler 14. ve 15. yüzyıllardaki Osmanlı genişlemesiyle ulaştı. Yerel Hıristiyan kiliseler İslam’ı bütünüyle kötülük olarak gördü ve Osmanlı’nın Avrupa’daki zaferlerini kendi dinleri ve iktidarlarına karşı bir tehdit olarak algıladılar. Buna rağmen İslamofobi Balkanlardaki en büyük etkisine sadece 19 yüzyıl boyunca ve 20.yüzyılın başlarında, Osmanlı, yeni doğan Balkan milliyetçilikleri ve onların Avrupalı destekçilerinin fiziki ve propaganda saldırısı altında kaldığında ulaştı. Balkanların hemen hemen tüm “milli tarihyazıcılar”ı Türkleri ve onların dinini zalim ve baskıcı “öteki” olarak yansıttı.

Arnavutların büyük çoğunluğu Müslüman olduğu halde İslamofobi ve Türkfobi Arnavut devletinin kurulduğu 1912’den beri Arnavut kültürünün bir parçası oldu. Çünkü Balkanlardaki İslam Türklerle ilişkilendiriliyordu ve onların kovulmasıyla Arnavut milliyetçileri, (öncelikle Hıristiyan ve Bektaşi geçmişe sahipler) imparatorluğun düşmesinden sonra iktidara getiriliyordu, Türklere karşı nefret ile doldurulmuş bir milli hikaye inşa ettiler ve doğrudan veya dolaylı olarak Arnavutluk’un Sünni Müslümanlarını onların işbirlikçileri olarak resmettiler.

Arnavutluk’taki İslamofobinin ruhu komünizm döneminde daha da güçlendiriliyor ve kurumsallaştırılıyordu. Diğer Balkan milli aziz hikayelerinden komünistlere milliyetçilerden kalan “milli yeniden doğuş” hikayesine kadar aşırı Türk ve İslam karşıtı önyargılar kendilerini modernleştiriciler olarak görenlerce yaratılıyordu. Sonuç olarak, komünistler Osmanlı İmparatorluğunun Arnavutluk’taki 500 yılını Arnavutluk’u Avrupa ana’dan ve onun aydınlık medeniyetinden koparan karanlık ve ortaçağ dönemi olarak resmettiler(6). Modern Arnavutluk’taki tarih kitaplarında Osmanlı İmparatorluğu Arnavutluk’un geri kalmışlığı için suçlanıyordu (hala da suçlanıyor) ve imparatorluğu yöneten Osmanlı memurları, yani beyler, paşalar, ağalar Müslüman din adamları, hocalar, dervişler ve müftülerle birlikte sıklıkla Arnavutluk’un sosyal felaketlerinin temel sebebi olarak gösteriliyordu. Komünist rejimde tüm basımlar, filmler, kitaplar,resimler ve şiirler modernleşme öncesi Arnavutluk’un Osmanlı memurlarını Türkçü ve bir noktadan sonra Arnavut olmayanlar olarak resmetti. Bir Avrupa ülkesindeki Asyalı işgalciler ve yabancılar olarak “zalimler” şeklinde etiketlemeyle komünist tarihçiler yığınları kendi gelenek ve miraslarına karşı kolayca maniple ettiler (7).

İslamofobi aynı şekilde, oryantalist motiflerin kullanımı yoluyla sosyalist realizmin sanatına aktarılıyordu. Böylece beyler, ağalar, kulaklar, hocalar, dervişler ve tüm Müslüman inananlar bir elinde Arnavut milletinin “ilerici” Avrupalı tabiatını baskıcıya teslim eden oportünist ve işbirlikçiler olarak resmedilerek kötüleniyordu. Komünist rejim tarafından Arnavutluk’ta İslam’a karşı organize edilen savaş lufta kundër zakoneve prapanike (modası geçmiş uygulamalara karşı savaş) olarak bilinir. Bu savaşla Arnavutluk’ta tesettür kıyafeti, alkol ve domuzdan kaçınma gibi Müslüman gelenekleri kadar tanrı ve ahiret inancı da söküldü.

Komünist Arnavutluk’un medya ve sanatında Müslüman ve Türk yetkililer çoğunlukla anadollakë (Anadolular), prapanikë (çağdışılar), tradhëtarë (dönekler), dallkaukë (dalkavuklar), turqeli (küçük Türkler), dylberë (homoseksüeller), aziatikë (Asyalılar), fanatikë (fanatikler), bixhozçinj (kumarbazlar), përdhunues (ırz düşmanları) ve barbarë (barbarlar)olarak damgalandı. Onlar . ana görevleri İslamlaştırma yoluyla Arnavutluk’u Avrupa’dan koparıp feudal Asya’nın bir parçası yapmak olan kötülük yüklü bir misyona sahip insanlar olarak tanımlanıyorlardı. Enis Sulstarova’nın gösterdiği gibi, İsmail Kadare, komünist ve şimdiki dönemde Arnavutluk’un milli edebiyatının ana başlıca yaratıcısıdır, İslamofobinin ve Oryantalizmin en önemli yayıcısıdır. (8)

15 Mayıs 2008 Perşembe

Washington’un İsrail’in Doğuşu Hakkındaki Savaşı





Washington’un İsrail’in Doğuşu Hakkındaki Savaşı
Richard Holbrooke
7 Mayıs 2008

İsrail’in gelecek hafta olacak 60.yıl kutlamalarında İsrail’in 14 Mayıs 1948’deki bağımsızlık deklarasyonuna nasıl cevap verileceği hakkında Washington’da yaşanan zorlu hikaye unutulmamalıdır. O, Başkan Harry Truman’ı saygı gösterdiği devlet sekreteri George C. Marshall ile ciddi bir anlaşmazlığı sürükledi. Yirmi yıl evvel, Clark Cliffford’a anılarını yazarken yardım ettiğimde, tarihi kayıtları ve o dramada yer alanların tümünün görüşmelerini yeniden gözden geçirdim. Çizilen savaş hatları hala yankılanıyor.

İngiltere Filistin’i 14 mayısta terk etmeyi planladı. O zaman, Yahudi Ajansı, Ben Gurion tarafından idare ediliyordu, yeni bir Yahudi devleti ilan edecekti (ve hala isimlendirilmedi). Komşu Arap devletleri savaş ikazında bulundu, ki o zaten başlamıştı, o zaman tam anlamıyla patlayacak bir savaşa girilecekti.

Yahudi Ajansı Filistin’i iki parçaya bölünmesini teklif etti –bir parça Yahudi, bir parça Arap-. Ama Devlet ve Savunma bakanlıkları Filistin’in Birleşmiş Milletler’e dönüşü yönündeki İngiliz planını destekledi. Mart ayında, Truman Chaim Weizmann’a -geleceğin İsrail başkanı- bölünmeyi destekleyeceğine dair özel olarak söz verdi ancak ertesi gün öğrenecekti ki Amerika’nın Birleşmiş Milletler temsilcisi (Filistin’de) Birleşmiş Milletler vasiliği için oy kullanmıştı. Öfkeli Truman ajandasına özel bir not yazdı: “Devlet bakanlığı bugün ayağımın altından halıyı çekti. İlk kez bir şey hakkında gazetelerden okuyarak öğreniyorum! Bu cehennem değil midir? Ben şimdi yalancı ve çifte standartlı biri pozisyonundayım. Hayatımın hiçbir döneminde böyle aşağılık hissetmedim…”

Truman “üçüncü ve dördüncü seviye” Devlet Bakanlığı görevlilerini suçladı –özellikle Birleşmiş Milletler işlerine bakan Dean Rusk’u ve ajansın danışmanı/diplomatı Charles Bohlen’i-. Ama muhalefet gerçekte çok daha dişli bir gruptan gelmişti: “beyaz adamlar”, ki aralarında Marshall, James V. Forrestal, George F. Kennan, Robert Lovett, John J. McCloy, Paul Nitze and Dean Acheson da olduğu, Truman’ın 1940’ların sonlarındaki dış politikalarını aynı anda oluşturan bir gruptu. Truman’ın, “yaşayan en muazzam Amerikalı” olarak kabul edilen Marshall ile ilgili kararı iptali, çok rağbet görmeyen başkan için göz korkutucu bir işti.

Bunun altında konuşulmayan ama bazı politika yapıcıların (ama hepsi değil) parçası olduğu gerçek bir anti-Semitizm yatıyordu. Tanıma karşıtlarının pozisyonu basitti –petrol, sayılar ve tarih-. “Orada 3 milyon Arap bir tarafta ve 600 bin civarında Yahudi diğer tarafta” idi. Savunma Bakanlığı sekreteri Forrestal Clifforda’a, “Niçin gerçeklere katlanmıyorsun ?” dedi.

12 mayısta Truman Oval Ofis’te bu iş hakkında bir karar vermek için bir toplantı düzenledi. Marshall ve onun sınırsız saygı duyduğu görevlisi Robert Lovett tanımayı geciktirmek için bir mesele çıkardı – ‘geciktirme’ gerçekte ‘yadsıma’ anlamına geliyordu. Truman onun genç yardımcısı Clark Clifford’tan derhal tanıma meselesini sunmasını istedi. Clifford bitirdiğinde, Marshall, karakteri olmamasına rağmen, patladı: “ Ben bile bilmiyorum niçin Clifford burada. O bir içişleri danışmanı ve bu bir dış politika meselesi. Politik değerlendirme yapıyor olması Clifford’un burada bulunmasının tek sebebidir.”

Marshall, Clifford’un “Doğrudan bir Başkana daha fevkalade bir tehdit yapan kimseyi asla duymadım” diyeceğini,daha sonra açığa vuracaktı. Alışılmışın dışında çok gizli bir zabıtta Marshall, toplantı sonrası bu tarihi dosyalar için, onun kendi sözleriyle genel olarak kaydettiği gibi, “Ben açık açık söyledim ki eğer Başkan, Bay Clifford’un tavsiyesine uyarsa ve eğer seçimlerde ben oy kullanırsam, ben Başkan’a karşı oy verecektim.”

Bu hayret verici andan sonra toplantı karmaşa ile bitti. Sonraki iki gün içinde Clifford Marshall’a ‘tanıma’yı kabul ettirmenin yollarını aradı. Lovett, hala tanımaya karşı olsa da sonunda isteksizce eğer Truman yaparsa sessiz kalmayı söyledi. Tel Aviv’de gece yarısını birkaç saat geçmesiyle, Clifford Yahudi Ajansı’na yeni devletin doğrudan tanınma isteğini söyledi ki onun hala bir ismi yoktu. Truman tanımayı 14 mayıs’ta saat akşam altıyı onbir geçe, Ben Gurion’un Tel Aviv’deki bağımsızlık deklarasyonundan 11 dakika sonra, ilan etti. Bu öylesine hızlı olmuştu ki resmi tanımadaki “Yahudi Devleti” ibaresi çiziliyor onun yerini Clifford’un elyazısı ile ‘İsrail Devleti” alıyordu. Böylelikle Amerika Birleşik Devletleri Truman ve Clifford’un istediği gibi İsrail’i tanıyan ilk devlet oluyordu. Oval Ofis’teki meydan okuyuşun sırrı yıllarca saklandı ve iç ve dış politika arasındaki kriz güçbela atlatıldı.

Clifford bana ve diğerlerine, sayısız tartışmada, sonraki 40 yıldaki politikaların onun pozisyonundan kaynaklanmadığı üzerine ısrar etti –ahlaki göreviydi-. Amerikan Yahudi topluluğu içinde keskin bölünmeler not edilir – The Post ve New York Times editörleri dahil,Yahudiler arasında azımsanmayacak sayıda anti-Siyonist gruplar oluştu.- Clifford Truman’a, Truman’ın 1947’deki meşhur başkanlık seçimi kampanyasında “liberal politikaya ve ekonomik politikalara sadakate devam”ın, Yahudi desteği için anahtar olduğunu söylemişti.

Ama bugüne kadar, birçok kişi inanır ki, Marshall ve Lovett işlerinde doğruydular ve iç politikacılar Truman’ın kararının gerçek sebebiydi. Onlar İsrail’in hiçbir şey, ancak Amerika için bela olduğunu ileri sürerler.

Bence bu isabetsiz bir görüş. Washington tanısa da tanımasa da İsrail var olmaya doğru gidiyordu. Ama Amerika’nın ilk baştaki desteği olmadan İsrail’in yaşaması büyük bir risk altında olacaktı. Avrupa Yahudiliği İkinci Dünya Savaşı’ndan acılarla çıkmamış olsaydı bile bu Amerika Birleşik Devletleri için terk edilmesi düşünülemez bir işti. Truman’ın kararı, dış politikacıların çoğunun muhalefetine ve bugüne kadar devam eden karmaşık sonuçlarına rağmen doğru olandı. O bütün Amerikalıların kararıdır, kabul edilmeli ve saygı duyulmalıdır.

Richard Holbrooke aylık The Post için yazıyor. He Clark Clifford’un “Counsel to the President: A Memoir”’ini birlikte yazmıştı.

http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2008/05/06/AR2008050602447.html?hpid=opinionsbox1

8 Nisan 2008 Salı

ARNAVUTLAR “HİLAL” YÖNETİMİNİ İSTİYOR “HAÇ” DEĞİL

Aşağıdaki metin İngiliz Dışişleri Bakanlığının 1913 kataloglarından alınmıştır.
F.O. Dokümanı
(1066 – 8 Ocak 1914) 339, 340, 341, 342.sayfalar
Manastır, 11 Aralık 1913, İngiltere temsilcisinin raporu
C. A. GREIG

Manastır’da, hala, Korça’ya dönüş vaktimizi bekliyoruz. Ama bu belirsiz bir vakit. Size sıklıkla yazmak istedim ancak temel işler beni alıkoymadı. Bunun yanında, bu geçtiğimiz yıl gözlerimin neleri fark ettiğini (şahit olduğunu) açıklamaya cesaret edemedim.

O, Türk ordusunun Manastır’da yenildikten sonra Korça’ya girdiği yıldır. Onların ölecek kadar aç olmalarına rağmen ancak para ile yiyecek satın almaları, hiçbir şeyi zorla almamaları bizi ne şaşırtmıştı.

Korça halkı onlara açlıklarını giderebilecekleri kadar verdi. Çoğu yiyecek bulamıyor, otlar ve köklerle besleniyordu. Böylesine büyük bir açlıkla bir ordunun düzenini koruması asla beklenecek bir şey değildi. Türk askeri yetkilileri kamu binalarına yerleştiler ve onları kullandılar. Özel mülkiyet tümüyle saygı görüyordu. Havanın çok kötü olmasına rağmen onlar köpekler gibi açık havada uyudular. Kayalıklar onların tek sığınağı ve batak toprak onların şiltesiydi. Hepsi geleceğin ne getireceğini bilme endişesindeydi. Farklı söylentiler yayılıyordu ama dış dünya ile bağlantı olmadığı için onları kontrol edemezdik. Korça halkı özgürleşmeyi umuyordu. Ama kimden?

Bir gece beklenmedik bir şekilde, beş altı saat sonra biten, tüfek atışlarıyla uyandık. Biz, Korça’nın yakınlarında bir yerde savaş olduğunu düşündük. Türk ordusunun kumandanı Cavit Paşa şehrin dışında üslenmişti ve az sayıdaki asker orayı korumak için ayrılıp çağa uygun donatılmış Yunan ordusuyla cesurca savaşmıştı. Orada genç bir Müslüman Arnavut’un trajik olayı da vardı ki o, Korça’nın iki saat kadar kuzeyindeki Plassa köyündeki bir minareden tüm cephanesi bitene kadar kahramanca savaştı. Yakalandıktan sonra tutuklamak yerine onun bedenini parçalıyor ve köpeklere atıyorlardı. Sonra tüm Plassa köyü yakılıp yıkıldı. Bu, Hıristiyan milletinin 20.yüzyılda ne yapabileceğini gösteriyordu.

Aynı gece Korça’nın küçük bir köyü olan Dishnica’nın Müslüman kadınları yanlarına çocuklarını ve yaşlı insanları alarak evlerinden çıkıp yalınayak, panik içinde bizim şehrimize kaçtılar. Onlar, onların komşuları olan ve Yunanlılar tarafından ele geçirilip anlatılmaz zulümler yapılan yakın köylerle aynı kadere gittiklerini biliyorlardı. Onların evleri yağmalanıyor, birçoğu yakılıyor ve kalanı yıkılıyordu.

Saatler boyu Arnavutlar, zavallıca şehre geldiler. Daha evvel hiç tanık olmadığım üzücü bir tabloydu. Hiç kimse halin gerçekliğini bunu görmeksizin hayal edemez.

İşgalcilerin orduları şehre girdiğinde haçlı bayraklarını barış ve mutluluk getireceğini uman Korça halkı tarafından karşılanıyordu. Ama olaylar çok yakın zamanda gösterdi ki onların bayrakları umduklarını değil bunun yerine, özellikle Müslüman Arnavut halka, zulümler ve yıkımlar getirdi.

Yağma malları, bizimle ilgili ordu tarafından yakılıp yıkılan birçok köyden getiriliyordu. Türk ordusunun kaldığı sürece özel mülke olan barış ve saygı işgalciler tarafından kaldırılıyordu. Onların yaptığı ilk şey Arnavut propagandası ve vatan haini olarak adlandırılan Arnavut unsuru yok etmekti. Onlar, Yunan olduğunu söylemeyen Arnavutları tutuklayıp öldürmeye ve sürgün etmeye başladılar.

Kamu binaları onları almaya yetmediği gibi isteyip istemediğine bakmaksızın özel evlere girdiler. Onlar, yapabildikleri her yerde hırsızlık yapıyorlardı. Ve bir Müslüman Arnavut hırsızlığa uğramaksızın oradan ayrılamıyordu. Daha sonra ordu yönetim emirleri açıkladı ki tüm halk Rumca konuşmalıydı. Çünkü, “Korça tamamıyla bir Helen şehriydi” ve tüm çaba bunu Avrupa’ya ispatlamaktı. Öyle ki, onlar sadece Büyük Güçler’e değil kendilerine de yalan söylediklerini biliyorlardı.

Süngü zoruyla kalabalık mitingler yapılıyor ve silahların gölgesinde, Londra’ya gönderilmek üzere imza toplanıyordu ki, böylelikle Arnavutluk’un eğitim ve politika merkezi Korça’nın Helen şehri olduğu ispatlansın.

Kalem, bizim zavallı halkımız arasında da yaygın olan, bu büyük acıyı ve hoşnutsuzluğu asla tasvir edemez. Bizim için tehlikeli vakit Mr. Kenedy (O bir Amerikan misyoneridir ve Arnavut Okulu ile ilişkili olduğu için 24 saat içinde sınır dışı ediliyordu) ülkeden sınır dışı edildikten hemen sonra Easter Eve’deydi (Arnavut okulu). Düzenli ordular bizim okul binamızı çevrelediğinde bu bizim için büyük bir sürprizdi. Bu üç gün sürdü ve tüm arkadaşlarımız bizi canlı canlı yakmak istediklerine dair yayılan dedikodular sebebiyle bunu büyük bir endişe ile izlediler.

Yukarıda anlattığım olaylar aşağıda asla yazamayacağım acılarla kıyaslandığında ehemmiyetsizdir. Kendisini Hıristiyan olarak isimlendiren dünya böyle bir barbarlık ve açgözlülüğün kendi kardeşlerinden sadır olmasından dolayı şaşırmak zorundadır. Biz Türklerden ne beklediysek ‘Hıristiyanlar’dan fazlasıyla bulduk. Uzun yıllardır mücadele ettiğimiz özgürlük ve barış yerine (Arnavut okulu Türk hükümetinden 20 yıldır büyük muhalefet görüyordu) onlar, sınırsız arzular ve acılarla ki, bizim işgal ettiğimiz yerler için büyük bir felakettir, kendi “medeniyet”lerinin bütün alçaltıcı unsurlarını getirdiler.

Evet, Müttefikler bizim milletimizin yıkımı ve zararı için savaştılar ve ben açık gerçeği söylediğimde o, şaşırtıcıdır: Şu an Sırp ve Yunan bayrakları altında olanlar Hilal yönetimini istiyorlar, Haç değil.

İngilizceden tercüme eden Gürkan Biçen

Arşiv belgesini gün ışığına çıkaran tarihçi Olsi Jazexhı’ya teşekkürler.