29 Ekim 2008 Çarşamba

Komünizm Sonrası Arnavutluk’ta İslamofobi’nin Politik Suiistimali 2

Komünizm Sonrası Arnavutluk’ta İslamofobi
Olsi JAZEXHİ
Arnavutluk’un 1990’larda Batı’ya açılmasıyla birlikte –İslam dahil- dinin yeniden doğuşu gerçekleşti. Demokrasinin ilk yılları boyunca Arnavutluk’un Müslümanları ülkede az sayıda medrese açtılar ve bir miktar cami inşa ettiler. Onların dini faaliyetleri Arnavutluk Müslüman Toplumu, Dünya Bektaşi Merkezi ve bazı küçük Sufi teşkilatlar (tarikatlar) tarafından organize ediliyordu ki bunlar denizaşırı ülkelerdeki Müslüman organizasyonların yardımıyla yıkılan kurumlarını yapabildikleri kadarıyla yeniden inşa etmeye çalışıyorlardı.

Bununla birlikte, Arnavutluk’un Batı’ya açılmasıyla Enver Hoxha’nın zamanında her çeşit dini inanca baskıya alet olan bir kısım eski komünist Arnavutluk’un “yeniden islamlaşması” olarak algıladıkları şeyi düşmanca protesto ettiler. Komünizm döneminde din karşıtı fikirleri ile tanınan İsmail Kadare (9) İslam’ın Arnavutlar arasında yeniden keşfedilmesine karşı bir kampanya başlattı. Onun İslam’a yönelik düşmanlığı şimdi ateizmin militanca savunulmasından Arnavutların Hıristiyanlığa dönmesi açık arzusuna dönüşüyordu. Bu, o 1991 yılında şunları deklare ettiğinden beri açıkça yapılıyordu:

Arnavutluk’un geleceği onunla kültürel olarak temas ettiği eski günlerden ve Türkler öncesine özleminden bu yana Hıristiyanlığa doğrudur. Zamanın geçmesiyle sonraki İslam dini ki, Osmanlı ile gelmişti, (önce Arnavutluk’ta ve sonra Kosova’da) yerini Hıristiyanlık veya daha kesin olarak Hıristiyan kültürü alana kadar yok olmalıdır. Böylece bir kötülükten (1967’de dinin yasaklanmasından) bir iyilik meydana gelecek. Arnavut milleti büyük bir tarihi doğru gerçekleştirecek ki bu onun anakarasıyla birliğini hızlandıracak: Avrupa (10)

Yukarıdan anlaşılabileceği üzeri Arnavutların İslam’a girişi Kadare tarafından tarihi bir “günah” olarak değerlendiriliyor.

Kadare, komunsit dönem boyunca ve halen bir çeşit “halkın babası” ve Arnavutluk’un Batı’daki “görülen yüzü” olarak Kabul ediliyor, hiçbir şüphe duyulmadan denilebilir ki, bugünün Arnavutluk’unda İslamofobi ve Türk karşıtlığının başlıca mimarıdır. Enver Hoxha ona derin saygı duydu ve Kadare Fransız lobisinin ve Sali Berisha’nın aleni hürmeti (11) sebebiyle halen yüksek politik statüye sahiptir. Ancak onun İslam’a, Asya’ya, Türklere, Araplara, Çingenelere, Ulahlara ve diğerlerine karşı ırkçı görüşleri ki, Arnavut okullarındaki ders kitaplarında gençliğin eğitimi için sıklıkla kullanılıyordu, birçok insane bunları ırkçılık ve İslamofobi ile dolu bulduğundan beri Arnavutluk ve Kosova’daki halkta birçok çekişme ve itiraz meydana getirdi.

Romanlarının ve yazılarının büyük bir kısmında Kadare, İslam ile katıksız kötüniyeti denk tutar. Onun komunizm sonrası yazılarında Avrupa ideali 1989’a kadar savunduğu komunist idealin yerini alır ve son derece iyi gösterilirken, İslam, Asya ve Türkler onun favori kötüleri olarak kaldılar. Sulstarova’nın gösterdiği gibi, Kadere’nin çalışmalarında Arnavutların milli düşmanı olarak komunizm sonrası dönemde bile Türk ve onun dini olarak yansıtıldı. Gerçekte, Kadare bu paragraflarla Arnavutlar ile Türklerin ilişkisini bozuyordu:

a. acı zamanlar – Türk işgali öncesi
b. barbarlık zamanları – Türk işgali ve Arnavutluk’un İslamlaşması ile başladı
c. barbarlığa karşı direniş zamanları – Türklere karşı Arnavut isyanları ile başladı
d. şafak vakti – Arnavutluk’un Osmanlı’dan ayrılmasıyla oluştu (13).
İslamofobi ki, Kadare Türkler hakkındaki değerlendirmelerinde gösterir, sürekli olarak onların dini ile ilişkilendirilir: İslam. Örnek olarak, onun Ura me Tri Harqe romanında o, Osmanlı’nın Arnavutluk’a gelişini “…ufukta karanlık şeyler var: Türk devleti.” şeklinde tasvir eder. Türk devleti feodal ve salt kötülük olarak resmediliyor ve İslam ile ilişkilendiriliyordu. Kadare “Onun minarelerinin gölgeleri bize ulaşır” diye bahseder.(14) Kadare Türkleri Avrupanın üzerine karanlık bir gölge getiren insanlar olarak resmeder. (15) Onun için başlıca amaç, ki Türkler Avrupa ve Aranvutluk’a (Avrupa’nın sınır bekçsi olarak betimler) karşı sahipti, Arnavutları yok etmek, onları Asyalı yapmak ve eğer onlar direnirlerse onların yerine Arapları yerleştirmek, öyle ki, Avrupa’nı edepli koruyucularının arkası kesilecekti.


Kadare’nin çalışmalarındaki İslamofobi ve ırkçılık ruhu bugün de ölmüş değildir. Onun son eseri “Arnavutların Avrupalı Kimliği” (2006’da basıldı) onun İslamofobiyi kullandığı bir diğer örnektir. Burada, ırkçılık ve bugünkü terörizme karşı savaşı kullanma yoluyla o, Arnavutları Avrupalılar gibi olamak için İslam’dan tamamıyla vazgeçmek zorunda olduklarına ikna etmeyi dener. Kadare Arnavutluk’un İslam Konferansı Örgütüne dahil olmasını, bazı Aranvut entellektülellerin Arnavutları Müslüman olarak tanımlama çabalarını kınar. O, Arnavutulk’u Müslüman Dünya’nın parçası olarak görmek isteyenlere ve Müslümanların namazlarındaki secdenin çokluğuna bile saldırır. Kadare’ye gore, Arnavutlar ancak Avrupalıdır (17) ve Avrupalı olmanın Kadare için anlamı İslam’a muhalif olmaktır. Dünya Batı ve diğerleri diye iki parçaya bölündüğünde, Kadare ilan eder ki, Arnavutluk her ikisinin de , Asya’nın ve Avrupa’nın, birlikte parçası olamaz o ancak Avrupa’nın parçasıdır ve özellikle Katolik Hıristiyanlığın.

Kadare’ye gore Osmanlılar tarafından Arnavutluk’a getirilen İslam, İslam’ın özel bir tarzıydı. Onun iddiasına gore, Osmanlılar, Arnavutluk’a Katolik Hıristiyanlık’ın çok altındaki düzeyde bir İslam getirdiler. O, bu Türk İslam’ının düşüklüğünü sanatlarda gözler ki, Kadare’ye gore, -bu sanatlar- homoseksüellik ve sübyancılık ile doluydu. Kadare Osmanlı İslam’ını gericilik, enayilik ve çağdışılık olarak kabul eder. Ve onun gerici tabiatı sebebiyle, o iddia eder ki, İslam, onun hissettiği Hıristiyanlıktan farklı olarak, geleneğe sığınak olur ve bugün, terörizme.

İslam Avrupa’ya ve moderniteye karşıdır ve Arnavutluk’un durağanlığının en önde gelen sebebidir fikri esasen Arnavutluk’un eski komunist entellektüelleri tarafından son onyedi yıldır durmaksızın tekrar edildi. Bu, doğal olarak çadaş Arnavut politikacılarına yansıyandır. Arnavutluk Sosyalist Partisi (Partia Socialiste e Shqipërisë) Arnavutluk’ta İslam’ın ifade edilmesine karşı koyanların ele başıdır. Onların yetkilileri ki, genel olarak güneyden Ortodoks Hıristiyanlardır, Berisha hükümetine karşı 1990’ların ortasında yürüttükleri kampanya boyunca sık sık onu sadece Arnavutluk’u değil tüm Avrupa’yı İslamlaştırmak istemekle suçladılar. Onlar 1997’de iktidara geldiklerinde yabancı Müslüman ülkelere (19), Arnavutluk’un İslam Konferansı Örgütü’ndeki üyeliğine ve otuz yıl evvel sosyalistler tarafından kapatılan veya yıkılan eski cami ve medreselerin yeniden inşa edilmesine karşı histerik bir anti-Müslüman kampanya başlattılar. Arnavutluk’taki Sosyalist Partinin hiyerarşisi Avrupa’nın Arnavutluk’u kabul etmeyişine temel sebep olarak İslam’I görmeye devam eder. Sosyalist Parti’nin önde gelen sözcülerinden Neshat Tozaj 1995’te deklare etti ki;

Arnavutluk Avrupa’nın kapılarını çalıyorken, o İslam Birliği’ne giriyor… Bir İslam ülkesi oluşun laneti Arnavutluk’un üzerinde asılı duruyor. Bir lanet ki, biz kendimizi sıcak bir demirle alnımızdan damgalıyoruz… [İskenderimiz] çeyrek yüzyol Osmanlı Türklerine karşı savaştı ve başarılı oldu ve sadece Arnavutluk’u kurtarmak değil ama aynı zamanda Hıristiyan Avrupa için bir bariyer oldu.(20)
Tozaj’ın İslam Konferansı Örgütü’ne karşı kavgacı düşünceleri Arnavutluk’u İslami Fundamentalizm’in mahzeni olarak damgalayan, Paris’te yayımlanan bir makaleye gönderme yapıyordu. İslam’ı dünyadaki şeytani güç olarak algılayışı sebebiyle Tozaj, Batı’ya Arnavutluk’taki Müslümanların küçük ve önemsiz bir azınlık olduklarını ispatlayacak bir milli referendum yapılmasını teklif etti.

Komünizm Sonrası Arnavutluk’ta İslamofobi’nin Politik Suiistimali 1

Arnavutluk’ta İslamofobi’nin tarihi kökleri
Avrupa Konseyi’nin yakın dönemdeki yayımlarından birinde “İslamofobi”, “İslam’a, Müslümanlara ve onlara ilişkin meselelere karşı önyargı veya korku/kuşku. İster ırkçılığın ve ayrımcılığın günlük hayattaki şekillerinden isterse daha şiddetli biçimlerinden meydana gelsin, İslamofobi insan haklarına tecavüz ve sosyal uyuma karşı bir tehdittir.” şeklinde tanımlıyordu. (1) İslamofobi bir terim olarak ilk kez oryantalist bilimadamı Etienne Dinet tarafından 1922 tarihinde hazırlanan L’Orient vu de l’Occident isimli denemede kullanıldı. Bununla birlikte kavram, Müslümanların Batı Avrupa’da 1990’larda yüzleştikleri ayrımcılığın tanımlanmasında ortak bir deyim/tabir haline geldi. (2)

İslamofobi, bugün anlaşıldığı şekliyle, 11 Eylül sonrası Batı Dünyası’nda şiddeti yoğunlaşmış İslam karşıtı bir söylem ve pratiktir. İslamofobi kavramına o, yabancı düşmanlığından terörizm karşıtlığına uzanan bir çok farklı olaya sıklıkla anlamı kaydırılarak uygulandığından beri birçok yazar tarafından itiraz ediliyor. Marcel Maussen’in işaret ettiği gibi, “İslamofobi kavramı benzer ideolojik merkezden çıkan farklı şekillerdeki söylemlerin, açıklamaların ve işlerin her çeşidini birlikte gruplandıran, İslam hakkında rasyonel olmayan bir korkudur” (3) Bu çalışmanın yazarı gözlemledi ki, İslam ve Müslümanlar sanatta, edebiyatta, medya ve kamu işlerinde “ötekiler” ve medeniyetin düşmanları olarak gösterilerek İslamofobi kritik bir alan edindi.

Bu çalışmanın yazarı gözlemledi ki, İslamofobi sadece korku ile ilişkili değildir. Bilakis İslam ve Müslümanların simgelediğine yönelik akıldışı bir nefrettir. Arnavutluk örneğinde İslam ve Müslümanlar “öteki” ve medeniyet düşmanları olarak gösteriliyor ve İslamofobi şimdiki ve komünist geçmişten kalan sanat, edebiyat, medya ve kamuoyu tartışmalarında sunuluyor İslamofobi Arnavutluk’ta sıklıkla dine karşı (bizim örneğimizde İslam) geçmişteki komünist propaganda ile modern Hıristiyan ve özellikle Katolik ilhad ve Türk düşmanlığı ile karışmıştır. Terörizme karşı şimdiki savaş ve geçmişteki Osmanlı mirasına karşı nefret sıklıkla İslam karşıtı duygularla birliktedir. (4)

Öyle ki, yeni bir terim olarak İslamofobi, İslam ve Müslümanlar hakkındaki olumsuz algılayışlar Avrupa’nın tarihine kolaylıkla dayandırılabilir. Haçlılardan sömürgeciliği, İran İnkılabından Irak’taki mevcut savaşa kadar İslam ve onun izleyicileri İslam ve Hıristiyanlığın karşılaştığı Avrupa’da ve diğer yerlerde alışılmış bir şekilde yanlış tanıtılmıştır. Karen Armstrong’un gösterdiği gibi, İslam’ın Batı’ya doğru gelişi ve Haçlıların bulunuşu, İslam ve onun peygamberi Batı Medeniyeti’nin en büyük düşmanı oldu ve her çeşit çirkin ve aşağılayıcı terimler onun tehdidini tanımlamak için geliştiriliyordu. (5)

Güneydoğu Avrupa’da, İslam ve Müslümanlar hakkındaki kötü görüşler 14. ve 15. yüzyıllardaki Osmanlı genişlemesiyle ulaştı. Yerel Hıristiyan kiliseler İslam’ı bütünüyle kötülük olarak gördü ve Osmanlı’nın Avrupa’daki zaferlerini kendi dinleri ve iktidarlarına karşı bir tehdit olarak algıladılar. Buna rağmen İslamofobi Balkanlardaki en büyük etkisine sadece 19 yüzyıl boyunca ve 20.yüzyılın başlarında, Osmanlı, yeni doğan Balkan milliyetçilikleri ve onların Avrupalı destekçilerinin fiziki ve propaganda saldırısı altında kaldığında ulaştı. Balkanların hemen hemen tüm “milli tarihyazıcılar”ı Türkleri ve onların dinini zalim ve baskıcı “öteki” olarak yansıttı.

Arnavutların büyük çoğunluğu Müslüman olduğu halde İslamofobi ve Türkfobi Arnavut devletinin kurulduğu 1912’den beri Arnavut kültürünün bir parçası oldu. Çünkü Balkanlardaki İslam Türklerle ilişkilendiriliyordu ve onların kovulmasıyla Arnavut milliyetçileri, (öncelikle Hıristiyan ve Bektaşi geçmişe sahipler) imparatorluğun düşmesinden sonra iktidara getiriliyordu, Türklere karşı nefret ile doldurulmuş bir milli hikaye inşa ettiler ve doğrudan veya dolaylı olarak Arnavutluk’un Sünni Müslümanlarını onların işbirlikçileri olarak resmettiler.

Arnavutluk’taki İslamofobinin ruhu komünizm döneminde daha da güçlendiriliyor ve kurumsallaştırılıyordu. Diğer Balkan milli aziz hikayelerinden komünistlere milliyetçilerden kalan “milli yeniden doğuş” hikayesine kadar aşırı Türk ve İslam karşıtı önyargılar kendilerini modernleştiriciler olarak görenlerce yaratılıyordu. Sonuç olarak, komünistler Osmanlı İmparatorluğunun Arnavutluk’taki 500 yılını Arnavutluk’u Avrupa ana’dan ve onun aydınlık medeniyetinden koparan karanlık ve ortaçağ dönemi olarak resmettiler(6). Modern Arnavutluk’taki tarih kitaplarında Osmanlı İmparatorluğu Arnavutluk’un geri kalmışlığı için suçlanıyordu (hala da suçlanıyor) ve imparatorluğu yöneten Osmanlı memurları, yani beyler, paşalar, ağalar Müslüman din adamları, hocalar, dervişler ve müftülerle birlikte sıklıkla Arnavutluk’un sosyal felaketlerinin temel sebebi olarak gösteriliyordu. Komünist rejimde tüm basımlar, filmler, kitaplar,resimler ve şiirler modernleşme öncesi Arnavutluk’un Osmanlı memurlarını Türkçü ve bir noktadan sonra Arnavut olmayanlar olarak resmetti. Bir Avrupa ülkesindeki Asyalı işgalciler ve yabancılar olarak “zalimler” şeklinde etiketlemeyle komünist tarihçiler yığınları kendi gelenek ve miraslarına karşı kolayca maniple ettiler (7).

İslamofobi aynı şekilde, oryantalist motiflerin kullanımı yoluyla sosyalist realizmin sanatına aktarılıyordu. Böylece beyler, ağalar, kulaklar, hocalar, dervişler ve tüm Müslüman inananlar bir elinde Arnavut milletinin “ilerici” Avrupalı tabiatını baskıcıya teslim eden oportünist ve işbirlikçiler olarak resmedilerek kötüleniyordu. Komünist rejim tarafından Arnavutluk’ta İslam’a karşı organize edilen savaş lufta kundër zakoneve prapanike (modası geçmiş uygulamalara karşı savaş) olarak bilinir. Bu savaşla Arnavutluk’ta tesettür kıyafeti, alkol ve domuzdan kaçınma gibi Müslüman gelenekleri kadar tanrı ve ahiret inancı da söküldü.

Komünist Arnavutluk’un medya ve sanatında Müslüman ve Türk yetkililer çoğunlukla anadollakë (Anadolular), prapanikë (çağdışılar), tradhëtarë (dönekler), dallkaukë (dalkavuklar), turqeli (küçük Türkler), dylberë (homoseksüeller), aziatikë (Asyalılar), fanatikë (fanatikler), bixhozçinj (kumarbazlar), përdhunues (ırz düşmanları) ve barbarë (barbarlar)olarak damgalandı. Onlar . ana görevleri İslamlaştırma yoluyla Arnavutluk’u Avrupa’dan koparıp feudal Asya’nın bir parçası yapmak olan kötülük yüklü bir misyona sahip insanlar olarak tanımlanıyorlardı. Enis Sulstarova’nın gösterdiği gibi, İsmail Kadare, komünist ve şimdiki dönemde Arnavutluk’un milli edebiyatının ana başlıca yaratıcısıdır, İslamofobinin ve Oryantalizmin en önemli yayıcısıdır. (8)

15 Mayıs 2008 Perşembe

Washington’un İsrail’in Doğuşu Hakkındaki Savaşı





Washington’un İsrail’in Doğuşu Hakkındaki Savaşı
Richard Holbrooke
7 Mayıs 2008

İsrail’in gelecek hafta olacak 60.yıl kutlamalarında İsrail’in 14 Mayıs 1948’deki bağımsızlık deklarasyonuna nasıl cevap verileceği hakkında Washington’da yaşanan zorlu hikaye unutulmamalıdır. O, Başkan Harry Truman’ı saygı gösterdiği devlet sekreteri George C. Marshall ile ciddi bir anlaşmazlığı sürükledi. Yirmi yıl evvel, Clark Cliffford’a anılarını yazarken yardım ettiğimde, tarihi kayıtları ve o dramada yer alanların tümünün görüşmelerini yeniden gözden geçirdim. Çizilen savaş hatları hala yankılanıyor.

İngiltere Filistin’i 14 mayısta terk etmeyi planladı. O zaman, Yahudi Ajansı, Ben Gurion tarafından idare ediliyordu, yeni bir Yahudi devleti ilan edecekti (ve hala isimlendirilmedi). Komşu Arap devletleri savaş ikazında bulundu, ki o zaten başlamıştı, o zaman tam anlamıyla patlayacak bir savaşa girilecekti.

Yahudi Ajansı Filistin’i iki parçaya bölünmesini teklif etti –bir parça Yahudi, bir parça Arap-. Ama Devlet ve Savunma bakanlıkları Filistin’in Birleşmiş Milletler’e dönüşü yönündeki İngiliz planını destekledi. Mart ayında, Truman Chaim Weizmann’a -geleceğin İsrail başkanı- bölünmeyi destekleyeceğine dair özel olarak söz verdi ancak ertesi gün öğrenecekti ki Amerika’nın Birleşmiş Milletler temsilcisi (Filistin’de) Birleşmiş Milletler vasiliği için oy kullanmıştı. Öfkeli Truman ajandasına özel bir not yazdı: “Devlet bakanlığı bugün ayağımın altından halıyı çekti. İlk kez bir şey hakkında gazetelerden okuyarak öğreniyorum! Bu cehennem değil midir? Ben şimdi yalancı ve çifte standartlı biri pozisyonundayım. Hayatımın hiçbir döneminde böyle aşağılık hissetmedim…”

Truman “üçüncü ve dördüncü seviye” Devlet Bakanlığı görevlilerini suçladı –özellikle Birleşmiş Milletler işlerine bakan Dean Rusk’u ve ajansın danışmanı/diplomatı Charles Bohlen’i-. Ama muhalefet gerçekte çok daha dişli bir gruptan gelmişti: “beyaz adamlar”, ki aralarında Marshall, James V. Forrestal, George F. Kennan, Robert Lovett, John J. McCloy, Paul Nitze and Dean Acheson da olduğu, Truman’ın 1940’ların sonlarındaki dış politikalarını aynı anda oluşturan bir gruptu. Truman’ın, “yaşayan en muazzam Amerikalı” olarak kabul edilen Marshall ile ilgili kararı iptali, çok rağbet görmeyen başkan için göz korkutucu bir işti.

Bunun altında konuşulmayan ama bazı politika yapıcıların (ama hepsi değil) parçası olduğu gerçek bir anti-Semitizm yatıyordu. Tanıma karşıtlarının pozisyonu basitti –petrol, sayılar ve tarih-. “Orada 3 milyon Arap bir tarafta ve 600 bin civarında Yahudi diğer tarafta” idi. Savunma Bakanlığı sekreteri Forrestal Clifforda’a, “Niçin gerçeklere katlanmıyorsun ?” dedi.

12 mayısta Truman Oval Ofis’te bu iş hakkında bir karar vermek için bir toplantı düzenledi. Marshall ve onun sınırsız saygı duyduğu görevlisi Robert Lovett tanımayı geciktirmek için bir mesele çıkardı – ‘geciktirme’ gerçekte ‘yadsıma’ anlamına geliyordu. Truman onun genç yardımcısı Clark Clifford’tan derhal tanıma meselesini sunmasını istedi. Clifford bitirdiğinde, Marshall, karakteri olmamasına rağmen, patladı: “ Ben bile bilmiyorum niçin Clifford burada. O bir içişleri danışmanı ve bu bir dış politika meselesi. Politik değerlendirme yapıyor olması Clifford’un burada bulunmasının tek sebebidir.”

Marshall, Clifford’un “Doğrudan bir Başkana daha fevkalade bir tehdit yapan kimseyi asla duymadım” diyeceğini,daha sonra açığa vuracaktı. Alışılmışın dışında çok gizli bir zabıtta Marshall, toplantı sonrası bu tarihi dosyalar için, onun kendi sözleriyle genel olarak kaydettiği gibi, “Ben açık açık söyledim ki eğer Başkan, Bay Clifford’un tavsiyesine uyarsa ve eğer seçimlerde ben oy kullanırsam, ben Başkan’a karşı oy verecektim.”

Bu hayret verici andan sonra toplantı karmaşa ile bitti. Sonraki iki gün içinde Clifford Marshall’a ‘tanıma’yı kabul ettirmenin yollarını aradı. Lovett, hala tanımaya karşı olsa da sonunda isteksizce eğer Truman yaparsa sessiz kalmayı söyledi. Tel Aviv’de gece yarısını birkaç saat geçmesiyle, Clifford Yahudi Ajansı’na yeni devletin doğrudan tanınma isteğini söyledi ki onun hala bir ismi yoktu. Truman tanımayı 14 mayıs’ta saat akşam altıyı onbir geçe, Ben Gurion’un Tel Aviv’deki bağımsızlık deklarasyonundan 11 dakika sonra, ilan etti. Bu öylesine hızlı olmuştu ki resmi tanımadaki “Yahudi Devleti” ibaresi çiziliyor onun yerini Clifford’un elyazısı ile ‘İsrail Devleti” alıyordu. Böylelikle Amerika Birleşik Devletleri Truman ve Clifford’un istediği gibi İsrail’i tanıyan ilk devlet oluyordu. Oval Ofis’teki meydan okuyuşun sırrı yıllarca saklandı ve iç ve dış politika arasındaki kriz güçbela atlatıldı.

Clifford bana ve diğerlerine, sayısız tartışmada, sonraki 40 yıldaki politikaların onun pozisyonundan kaynaklanmadığı üzerine ısrar etti –ahlaki göreviydi-. Amerikan Yahudi topluluğu içinde keskin bölünmeler not edilir – The Post ve New York Times editörleri dahil,Yahudiler arasında azımsanmayacak sayıda anti-Siyonist gruplar oluştu.- Clifford Truman’a, Truman’ın 1947’deki meşhur başkanlık seçimi kampanyasında “liberal politikaya ve ekonomik politikalara sadakate devam”ın, Yahudi desteği için anahtar olduğunu söylemişti.

Ama bugüne kadar, birçok kişi inanır ki, Marshall ve Lovett işlerinde doğruydular ve iç politikacılar Truman’ın kararının gerçek sebebiydi. Onlar İsrail’in hiçbir şey, ancak Amerika için bela olduğunu ileri sürerler.

Bence bu isabetsiz bir görüş. Washington tanısa da tanımasa da İsrail var olmaya doğru gidiyordu. Ama Amerika’nın ilk baştaki desteği olmadan İsrail’in yaşaması büyük bir risk altında olacaktı. Avrupa Yahudiliği İkinci Dünya Savaşı’ndan acılarla çıkmamış olsaydı bile bu Amerika Birleşik Devletleri için terk edilmesi düşünülemez bir işti. Truman’ın kararı, dış politikacıların çoğunun muhalefetine ve bugüne kadar devam eden karmaşık sonuçlarına rağmen doğru olandı. O bütün Amerikalıların kararıdır, kabul edilmeli ve saygı duyulmalıdır.

Richard Holbrooke aylık The Post için yazıyor. He Clark Clifford’un “Counsel to the President: A Memoir”’ini birlikte yazmıştı.

http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2008/05/06/AR2008050602447.html?hpid=opinionsbox1

8 Nisan 2008 Salı

ARNAVUTLAR “HİLAL” YÖNETİMİNİ İSTİYOR “HAÇ” DEĞİL

Aşağıdaki metin İngiliz Dışişleri Bakanlığının 1913 kataloglarından alınmıştır.
F.O. Dokümanı
(1066 – 8 Ocak 1914) 339, 340, 341, 342.sayfalar
Manastır, 11 Aralık 1913, İngiltere temsilcisinin raporu
C. A. GREIG

Manastır’da, hala, Korça’ya dönüş vaktimizi bekliyoruz. Ama bu belirsiz bir vakit. Size sıklıkla yazmak istedim ancak temel işler beni alıkoymadı. Bunun yanında, bu geçtiğimiz yıl gözlerimin neleri fark ettiğini (şahit olduğunu) açıklamaya cesaret edemedim.

O, Türk ordusunun Manastır’da yenildikten sonra Korça’ya girdiği yıldır. Onların ölecek kadar aç olmalarına rağmen ancak para ile yiyecek satın almaları, hiçbir şeyi zorla almamaları bizi ne şaşırtmıştı.

Korça halkı onlara açlıklarını giderebilecekleri kadar verdi. Çoğu yiyecek bulamıyor, otlar ve köklerle besleniyordu. Böylesine büyük bir açlıkla bir ordunun düzenini koruması asla beklenecek bir şey değildi. Türk askeri yetkilileri kamu binalarına yerleştiler ve onları kullandılar. Özel mülkiyet tümüyle saygı görüyordu. Havanın çok kötü olmasına rağmen onlar köpekler gibi açık havada uyudular. Kayalıklar onların tek sığınağı ve batak toprak onların şiltesiydi. Hepsi geleceğin ne getireceğini bilme endişesindeydi. Farklı söylentiler yayılıyordu ama dış dünya ile bağlantı olmadığı için onları kontrol edemezdik. Korça halkı özgürleşmeyi umuyordu. Ama kimden?

Bir gece beklenmedik bir şekilde, beş altı saat sonra biten, tüfek atışlarıyla uyandık. Biz, Korça’nın yakınlarında bir yerde savaş olduğunu düşündük. Türk ordusunun kumandanı Cavit Paşa şehrin dışında üslenmişti ve az sayıdaki asker orayı korumak için ayrılıp çağa uygun donatılmış Yunan ordusuyla cesurca savaşmıştı. Orada genç bir Müslüman Arnavut’un trajik olayı da vardı ki o, Korça’nın iki saat kadar kuzeyindeki Plassa köyündeki bir minareden tüm cephanesi bitene kadar kahramanca savaştı. Yakalandıktan sonra tutuklamak yerine onun bedenini parçalıyor ve köpeklere atıyorlardı. Sonra tüm Plassa köyü yakılıp yıkıldı. Bu, Hıristiyan milletinin 20.yüzyılda ne yapabileceğini gösteriyordu.

Aynı gece Korça’nın küçük bir köyü olan Dishnica’nın Müslüman kadınları yanlarına çocuklarını ve yaşlı insanları alarak evlerinden çıkıp yalınayak, panik içinde bizim şehrimize kaçtılar. Onlar, onların komşuları olan ve Yunanlılar tarafından ele geçirilip anlatılmaz zulümler yapılan yakın köylerle aynı kadere gittiklerini biliyorlardı. Onların evleri yağmalanıyor, birçoğu yakılıyor ve kalanı yıkılıyordu.

Saatler boyu Arnavutlar, zavallıca şehre geldiler. Daha evvel hiç tanık olmadığım üzücü bir tabloydu. Hiç kimse halin gerçekliğini bunu görmeksizin hayal edemez.

İşgalcilerin orduları şehre girdiğinde haçlı bayraklarını barış ve mutluluk getireceğini uman Korça halkı tarafından karşılanıyordu. Ama olaylar çok yakın zamanda gösterdi ki onların bayrakları umduklarını değil bunun yerine, özellikle Müslüman Arnavut halka, zulümler ve yıkımlar getirdi.

Yağma malları, bizimle ilgili ordu tarafından yakılıp yıkılan birçok köyden getiriliyordu. Türk ordusunun kaldığı sürece özel mülke olan barış ve saygı işgalciler tarafından kaldırılıyordu. Onların yaptığı ilk şey Arnavut propagandası ve vatan haini olarak adlandırılan Arnavut unsuru yok etmekti. Onlar, Yunan olduğunu söylemeyen Arnavutları tutuklayıp öldürmeye ve sürgün etmeye başladılar.

Kamu binaları onları almaya yetmediği gibi isteyip istemediğine bakmaksızın özel evlere girdiler. Onlar, yapabildikleri her yerde hırsızlık yapıyorlardı. Ve bir Müslüman Arnavut hırsızlığa uğramaksızın oradan ayrılamıyordu. Daha sonra ordu yönetim emirleri açıkladı ki tüm halk Rumca konuşmalıydı. Çünkü, “Korça tamamıyla bir Helen şehriydi” ve tüm çaba bunu Avrupa’ya ispatlamaktı. Öyle ki, onlar sadece Büyük Güçler’e değil kendilerine de yalan söylediklerini biliyorlardı.

Süngü zoruyla kalabalık mitingler yapılıyor ve silahların gölgesinde, Londra’ya gönderilmek üzere imza toplanıyordu ki, böylelikle Arnavutluk’un eğitim ve politika merkezi Korça’nın Helen şehri olduğu ispatlansın.

Kalem, bizim zavallı halkımız arasında da yaygın olan, bu büyük acıyı ve hoşnutsuzluğu asla tasvir edemez. Bizim için tehlikeli vakit Mr. Kenedy (O bir Amerikan misyoneridir ve Arnavut Okulu ile ilişkili olduğu için 24 saat içinde sınır dışı ediliyordu) ülkeden sınır dışı edildikten hemen sonra Easter Eve’deydi (Arnavut okulu). Düzenli ordular bizim okul binamızı çevrelediğinde bu bizim için büyük bir sürprizdi. Bu üç gün sürdü ve tüm arkadaşlarımız bizi canlı canlı yakmak istediklerine dair yayılan dedikodular sebebiyle bunu büyük bir endişe ile izlediler.

Yukarıda anlattığım olaylar aşağıda asla yazamayacağım acılarla kıyaslandığında ehemmiyetsizdir. Kendisini Hıristiyan olarak isimlendiren dünya böyle bir barbarlık ve açgözlülüğün kendi kardeşlerinden sadır olmasından dolayı şaşırmak zorundadır. Biz Türklerden ne beklediysek ‘Hıristiyanlar’dan fazlasıyla bulduk. Uzun yıllardır mücadele ettiğimiz özgürlük ve barış yerine (Arnavut okulu Türk hükümetinden 20 yıldır büyük muhalefet görüyordu) onlar, sınırsız arzular ve acılarla ki, bizim işgal ettiğimiz yerler için büyük bir felakettir, kendi “medeniyet”lerinin bütün alçaltıcı unsurlarını getirdiler.

Evet, Müttefikler bizim milletimizin yıkımı ve zararı için savaştılar ve ben açık gerçeği söylediğimde o, şaşırtıcıdır: Şu an Sırp ve Yunan bayrakları altında olanlar Hilal yönetimini istiyorlar, Haç değil.

İngilizceden tercüme eden Gürkan Biçen

Arşiv belgesini gün ışığına çıkaran tarihçi Olsi Jazexhı’ya teşekkürler.

7 Nisan 2008 Pazartesi

KOSOVA'NIN ŞEREFİNE

Uri Avnery
http://www.middle-east-online.com/english/?id=24500

Bir Sırp otoyolda ters yönde araç kullanıyor ve radyodan müzik dinliyordu. Aniden program bir ikaz anonsu ile kesildi: “Dikkat! Çılgın bir sürücü otoyolda ters yönde ilerliyor!”

“Sadece biri mi?” dedi Sırp, “Hepsi!”

Bir Sırp arkadaş bana bu fıkrayı anlattığında, “Vay be!” dedim. “Ne kadar da bize benziyorlar”

Sırplar ne kadar İsraillilerden farklı olsa da görünüyor ki bir çok ortak noktaya sahibiz. Her iki halk da inanıyor ki, “Tüm dünya bize karşıdır” Her ikisi de, başkaları aksini söylese de, tamamen kendilerinin kesinlikle doğru olduklarını zannediyorlar.


İsrailliler gibi Sırplar da geçmişlerinin esiridirler. Bizim gibi onlar için de tarih bugünden daha önemlidir. Gelecek geçmişin misafiridir.

Yüzyıllar evvel Sırplar Kosova’da yaşadı. Onlara göre yerin bu bölümü halklarının beşiğiydi. Haziran 1389’da onların tarihini tanımlayan olay yaşandı: Osmanlı Türklerine karşı büyük savaş. Gerçek şu ki, Sırplar kesinlikle hafızadan çıkmaz şekilde yeniliyordu. Daha sonra Arnavut halkının ülkede kök salması onlar için problem değildir. Onların gözünde, yüzyıllardan beri Kosova’da yaşayan bu halk “yabancı”dır. Ülke “büyük babalarının vatanı” ve “Dinimiz, Doğu Ortodoksluğu, böyle söylediği için bize aittir”. Bu laf size biraz tanıdık gelmedi mi?

2.Dünya Savaşı’nda Sırplar ile Yahudiler arasında bir yakınlık hissi vardı. Kalplerimiz öyleydi, elbette, cesur partizanlarla. Tito’nun kurtarılmış bölgelerine ulaşmayı başaran Yahudiler Holokost’tan kurtuluyordu. Sırplar ve Yahudiler Hırvatların toplama kamplarında birlikte öldürülüyorlardı. Öyle ki, SS subayları bile orayı ziyaret ettiğinde dehşete düşüyorlardı.

Tito’nun ölümü ve onun rejiminin çöküşü bu yakınlık hissine son verdi. Tersine bizim sağcılarımız Slobodan Milosevic’e aşık oldu. Ariel Sharon onu alenen destekledi. Belki o mağduriyet ve merhametsiz gaddarlık hissinin uyuşmasından hoşlandı.

Tüm bunlar birçok İsraillinin Kosova’nın bağımsızlık deklarasyonuna karşı karışık hislerini açıklar. (Kosovalılar kendilerini ülkelerinin adı ile çağırıyor / isimlendiriyor)

Korkarım ki bu meselede benim düşüncem diğer birçok İsrailliden farklıdır. Benim kalbim bu hafta Prishtina’nın caddelerinde eğlenen ve dans eden Kosovalı kalabalıklar ile birlikteydi.

Onlar bana, yaklaşık 60 yıl evvel, Birleş Milletler Genel Konseyi bir Yahudi devletinin kurulmasına karar verdiğinde Tel-Aviv’in sokaklarındaki kalabalıkların kutlamalarını hatırlattı. (BM bir Filistin – Arap devleti kurulmasına da karar vermişti ama bu hemen hemen unutuldu.)

Bu hafta tüm dünyada insanlar bu meseleyi tartışıyordu: Kosovalılar kendi devletlerine sahip olma hakkına sahip midir yoksa değil midir? Uluslararası hukuk analiz ediliyor, müspet örnekler inceleniyor, yanında veya karşısında yükselen deliller öğreniliyordu.

Bu bana ilgisiz görünüyor. Ne zaman bir halk bir millet olduğuna karar verirse, bir millet gibi davranır ve bir millet gibi mücadele eder, böylece, o bir millettir ve kendi milli devletini kurma hakkına sahiptir.

(Bunu daha evvel Golda Meir’e Knesset’te söylemiştim. O, her zamanki gibi, Filistin halkının varlığını yalanlamış ve o meşhur sözünü tekrarlamıştı: “Orada bunun gibi bir şey yok” Ben onu, Sayın Başbakan, belki siz haklısınız ve Filistinliler bir millet olduklarına inandıklarında tamamıyla yanılıyorlar. Ama ne zaman milyonlarca insan bir millet gibi davranıp bir millet gibi mücadele edip de yanlışlıkla bir millet olduklarına inanabilir ki? Öyleyse onlar bir millettir.)

Bu sadece iddiaların sınanmasıdır. Ve Kosovalılar bu testi geçti. Bu yüzden, bir Kosova milleti vardır ve bir devlete sahip olma hakkı vardır. Çok yaşa Kosova Cumhuriyeti!

Bağımsız Kosova Cumhuriyeti’nin ebesi soykırımcı Milosevic’tir. O, etnik temizliği başarmaya karar verdiğinde ve milyonlarca Kosovalıyı ülkelerinden kovduğunda Sırbistan’ın Kosova’yı yönetme hakkına bir son verdi. O, Thomas Jefferson’un Amerikan Bağımsızlık Deklarasyonu’nda “insanlığın düşüncelerine yeterli saygı”yı ileri sürdüğünde nasıl haklı olduğunu tekrar ispatladı.

Milosevic, aşığı Sharon gibi, insan düşüncesine hürmetsizdi. Onların ikisi de, Stalin’in saygısızca “Papa ne kadar bölgeye sahip?” diye sorduğundaki gibi, yanlıştaydılar. Kosova Cumhuriyeti’nin kurulması Milosevic için bir cezadır. İsrail’in kurulmasının Adolf Hitler’e karşı bir rövanş olması gibi (Onun bedelini Filistinliler ödemiş olsa bile).

İnsanlık vicdanı bu büyük sürgün sebebiyle yaralanıyordu ve bu sefer o, ordulara – en azından hava kuvvetlerine- sahipti. Amerikan hava kuvvetleri Sırbistan’ı bombaladı ve Milosevic’i bu nefret verici operasyonu sonlandırmaya zorladı. Kosovalılar evlerine döndüler ve bağımsızlık sadece bir zaman meselesiydi.

(Birçok arkadaşım ben bombalamayı desteklediğimde şok oldu. Onların zihninde Nato veya Amerikalıların yaptığı her şey kötüydü. Ben onlara soykırıma karşı hassas olduğumu söyledim. Soykırımı tanrı bile emretse [İncil’e göre Amelikalılara, Canaantinlere ve Estler’in zamanındaki Farslılara yapıldı.] ben buna karşıyım. Ben bunun için şeytanın yanında yer almaya hazırım.)

Kosova dersinin bölümleri basittir: İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana hiç kimse artık dünyanın vicdanını uyandırmadan / bunu durdurmak için harekete geçirmeden soykırım yapamaz. Bazen bu geç olur, acı verecek kadar geç, ama sonunda seçilen kurban ayakları üzerinde duracak.

İsrail Kosovalıların bağımsızlığını tanımalı mı?

Bu hafta televizyonda Knesset üyesi aşırı sağcı Arieh Eldad ile bir röportaj izledim. Bir an için panikledim: O, Kosova’nın bağımsızlığını destekliyormuş gibi göründü. Ama onun sonraki cümlesi beni rahatlattı. O tanımayı kuvvetlice yadsıdı.

Nereye varırız, diye ileri sürdü. Eğer Kosova bölgesi Sırbistan devletinden ayrılırsa Celile’yi İsrail devletinden ayrılmaktan alıkoyacak nedir? Celile halkının büyük çoğunluğu Arap’tır ve onlar yarın bir Arap – Celile devleti kurmak isteyeceklerdir. Eğer Kosovalılara bunu yapmalarında izin verildiyse niçin İsrail’in içindeki Filistinlilere verilmeyecek ?

Paralellik, tabii ki, saçmadır. Her şeyden evvel Celile’deki Arap vatandaşlar ayrılık rüyası görmediği için. Tersine onlar İsrail’e entegre olmayı ister. Delil: Eldad’ın aşırı sağcı arkadaşı Avidgor Liberman Arapların çoğunluk olduğu bölgelerde serbestliği teklif ettiğinde hiçbir Arap vatandaşı bu fikri desteklemedi. Aksine onlar İsrail vatandaşı olarak kalmak istediler ama eşit haklarla.

Öyleyse kim Kosovalılarla kıyas edilebilir – İsrailliler veya Filistinliler- ? Bu, bakış açısıyla ilgilidir. İsrailliler diyebilir ki, Kosova İsrail’e benzer. O bağımsızlığını yasadışı ilan etti, bizim 1948’de yaptığımız gibi. Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinliler Kosova’ya benzeyenin kendileri olduğunu ve kendi bağımsızlıklarını ilan etme haklarının olduğunu ileri sürebilirler. Vakıa, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün liderlerinden biri, Yaser Abed-Rabbo, zaten bunu söyledi. Yine de, her iki karşılaştırma da yanlıştır. Ne İsrail ne de Filistin gerçekten Kosova’ya benzer.

Ama daha genel bir soru doğar: Ne zaman bir ulusal azınlık ayrılma ve kendi ulusal devletini kurma hakkına sahip olur? Eğer Kosovalılar bu hakka sahipse niçin İspanya’daki Basklar, Fransa’daki Korsikalılar, Çin’deki Tibetliler, Srilanka’daki Tamiller, Türkiye, Irak, İran ve Suriye’deki Kürtler, Kenya’daki Luolar, Sudan’daki Darfurlular sahip değil?

Bu, politik bilim uzmanlarını en iyi ayıran konudur. Gerçek kendi diline sahiptir. Hiçbir örnek bir diğeri ile aynı değildir. Buna kimin sahip olduğunu kimin olmadığını gösterecek standartları yerleştirmeye yönelik karar için uluslararası bir heyet yoktur. Problem pratikte kararlaştırılır: Ne zaman belirli bir halk bağımsızlığı hiçbir bedel ödemeksizin başarmaya zorlanıyor ve ne zaman o, bağımsızlığı için savaşmaya ve kurban vermeye hazırdır ki, onlar bağımsız olma hakkına sahiptir.

Azınlığın başarısı çoğunluğun tavrıyla da ilgilidir. Bir millet ki, içindeki ulusal azınlıkların saygınlığına bir anlaşma yeteceğini bilir ve onları devletin bütünlüğünde tutmak için gerçek eşitlikle donatır. Kanada ve Belçika gibi devletler bunu anladı ve devletlerinin bölünmesini engelledi. Ama ne zaman baskın halk azınlığa yanlış yaklaşırsa – Sırpların Kosova’da yaptığı ve Rusların Çeçenistan’da yapıyor olduğu gibi- onlar bağımsızlığı kuvvet yoluyla başarmaya yönelirler.

O, İsrail’i ziyaret ettiği ve Almanca konuşan dört İsrailliyi özel bir akşam yemeğine davet ettiği zaman, sonra Alman şansölyesi olan, Helmut Kohl ile yaptığım bir sohbeti hatırlıyorum.

İri başbakan onun azıcık yemeğini yiyorken (ve porsiyonların küçüklüğünün onun zayıflamasına hiçbir etkisinin olmadığını protesto ediyorken) biz Bosna Hersek’te yaşananlar hakkında tartışmıştık. Sonra uluslararası dikkatin konusu oldu. Ben görüşümü açıkladım ve ülkenin Bosnalı Sırplar ile Müslüman Boşnaklar arasında bölünmesinden başka bir alternatifin olmadığını söyledim. Hiç kimsenin iki halkın birbirine karşı olmadan yaşamasını sağlayamayacağını söyledim.

“Yeni devletler kuramayız” dedi Kohl, sert bir resmiyetle. “Avrupa’daki sınırlar değiştirilemez” Eğer buna başlarsak sonu gelmez. Alman – Leh veya Alman – Çek sınırları hakkında ne yapağız?

Ben, tüm samimiyetimle, bu düşünce yolunun yanlış olduğunu söylemek istedim. Ama kendimi tuttum. Her şeyden öte, o bir hükümetin başıydı ve bense sadece basit bir barış eylemcisiydim. Ancak, daha sonra, Bosna’yı ziyaret ettiğimde düşüncem daha da kuvvetlendi. Teoride, Bosna “birlik” olarak kalmalıydı ama pratikte orada birbirlerinin varlığından nefret eden iki devlet vardı. Bu haliyle onlar arasında bir ilişki kurmak çok zordur. Pratikte orada iki tane devlet var, resmiyette sadece bir tane olsa bile.

Şimdi Almanya Avrupa’nın sınırlarının değişikliği sürecini kendisi yayıyor. Yeni Kosova’yı tanıyarak.

Yugoslavya dağıldı ve şimdi Sırbistan dağıldı. Kanada’nın ve Belçika’nın birliği kolaylıkla bozulabilir. Kenya kabileler arasında bölünüyor. Dünyadaki birçok yerde azınlıklar kendi milli devletlerinin rüyasını görüyor.

Kolay görülen bir paradoks. Küçük bir devlet, orta ölçekte olsa bile, küreselleşmeye doğru ilerleyen dünyada gerçek bir bağımsızlık elde edemez. Almanya ve Fransa gibi devletler yaşamlarını sürdürebilmek için Avrupa Birliği gibi bölgesel süper devletler olmaya zorlanıyorlar. Fransız ekonomisi ve Alman ordusu Paris ve Berlin’den çok Brüksel’in konusudur. Öyleyse daha küçük devletler yaratmayı anlaşılır kılan nedir?

Cevap milliyetçiliğin gücünü yalanlar. Zira o yükselmiyor tersine zayıflıyor. Bir veya iki yüzyıl evvel Korsika kendini savunamazdı. Güvende olmak için Fransız krallığının bir parçası olmak zorundaydı. Bask anayurdu bağımsız bir ekonomiyi sağlayamazdı ve İspanya gibi daha büyük bir ekonominin parçası olmayı ihtiyaç hissederdi. Ama bugün, kararlar Brüksel’de alınıyorken niçin Korsikalılar ve Basklılar kendi devletlerine sahip değiller ve Avrupa Birliği üyeliğinden ayrılmıyorlar.

Bu tüm dünyadaki vakıadır. Ayrı devletler yeni devletlerin içinde birleşmezler ama tersine varolan devletler milli parçalara ayrılırlar. İsrail ile Filistin’in yarın bir devlet içinde bir birlik olacağına her kim inanıyorsa o gerçek dünyada yaşamıyordur. “İki halk için iki devlet” sloganı bugün her zamankinden daha çok geçerlidir.

Öyleyse İsrail, kendisinin 60.yılı yaklaşırken, Kosova Cumhuriyeti’ni tanıma ve ona iyi dilekler sunmalıdır.


İngilizce’den tercüme eden Gürkan Biçen

6 Mart 2008 Perşembe

KOSOVA SIRBİSTAN MIDIR? BİR TARİHÇİYE SORALIM


Pazar günü Brüksel’de kızgın Sırp göstericilerin salladığı “Kosova Sırbistan’dır”, “Bir tarihçiye sor” şeklinde, başarı ihtimali olmayan pankartlar okundu. Bu, tarihçiler için pohpohlanmaya tercih edilir: Biz sıklıkla hüküm vermek istemeyiz. (Meseleyi) çözmez, yine de, aşağıdakiler, tarihçiler bugünün sonsuz sınıflandırmalarını kullanmadığından asgari değil, herhangi bir tarihçinin kabul edecekleridir.
Tarih, Sırplar için, 7.yüzyılın başlarında onlar Balkanlara yerleştiğinde başladı. Onların güç merkezi Kosova’nın dışındaydı ki, onlar burayı 13.yüzyılın başlarında tamamıyla ele geçirdiler. Bu yüzden Kosova’nın Sırpların “beşiği” olduğu iddiası doğru değildir.
Onların Kosova’yı sonunda Osmanlı’nın hâkim olduğu 15.yüzyılın ortalarına kadar 250 yıl kadar yönettikleri doğrudur. Kiliseler ve manastırlar o dönemden kaldılar ama Ortaçağ Sırp devleti ile bugünün Sırbistan’ı arasında Bizans İmparatorluğu ile Yunanistan arasındakinden daha fazla bir süreklilik olmadı.
Kosova, Sırp kuvvetleri tarafından ele geçirildiği 1912 yılına kadar Osmanlı bölgesi olarak kaldı. Sırplar “özgürleşti” demek isteyecekler, ama onların kendi tahminleri dahi Ortodoks Sırp nüfusunu %25’ten aşağı koymaktadır. Nüfusun çoğunluğu Arnavut’tu ve Sırp yönetimine hoş geldin demediler. Öyle ki, (bu anlamıyla) “ele geçirildi” doğru kelime görünüyor.
Ama yasal olarak, Kosova 1912’deki Sırp krallığına dâhil değildi. O, 1918 sonrasına kadar işgal edilmiş bölge olarak kaldı. Ve sonunda o, Sırbistan devletine değil ama Yugoslavya’ya dâhil edildi. Ve büyük bir kesintiyle (İkinci Dünya Savaşı) 2006 Haziran’ına kadar Yugoslavya’nın bir tür parçası olarak kaldı.
Eski federal Yugoslavya’nın Milosevic tarafından yıkılmasına kadar Kosova ikili bir statüye sahipti. O, Sırbistan’ın bir parçası olarak anılıyordu ama yine o, federasyonun bir parçası olarak da anılıyordu. Tüm anlamlarıyla, sonraki anlayış hâkimdir: Kosova kendi parlamentosuna ve hükümetine sahipti ve federal seviyede Sırbistan ile yan yana temsil ediliyordu. Gerçek öyleydi, federal sistemin sekiz parçasından biriydi.
Neredeyse tüm diğer parçalar şimdi bağımsız devletler oldu. Tarihi olarak, Kosova’nın bağımsızlığı ancak bu işleyişi tamamlar. Bu nedenle, Kosova bir Eski Yugoslavya devleti oldu. Bir tarihçi olarak size bunu söyleyebilirim.
Noel Malcom All Souls College, Oxford’da kıdemli araştırmacı ve Kosova: Bir Kısa Tarih, kitabının yazarıdır.
http://www.guardian.co.uk/world/2008/feb/26/kosovo.serbia