17 Ekim 2007 Çarşamba

* Niçin Nasrallah bir diğer bin Ladin değildir (1)


Niçin Nasrallah bir diğer bin Ladin değildir (1)



Abdel Halim Ghazaly
ghazaly@gmail.com

10 Ağustos 2006


İsrail ile Lübnan Hizbullahı arasındaki savaşın başlangıcından sonra bazı Batılı yorumcular ve yazarlar Hizbullah ile El Kaide arasında bir mukayese yaptılar. Diyorlardı ki, Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah bir diğer Üsame bin Ladin’dir. Bundan başka, bazı İsrail yetkilileri ve medyası iki tarafın da aynı olduğunu söylediler ve Hizbullah, El Kaide ile bağlara sahip olmakla ve yine onun üyelerini Lübnan’a getirme planı hakkında konuşmakla bile suçlandı. Gerçekler ne olursa olsun, beklenen bir propagandanın parçası olarak bunlar, düşmanının Batı’nın gözündeki imajını yok etmek ve Lübnan’daki merhametsiz savaşına sempati kazanmak isteyen İsrail tarafı için anlaşılabilirdir.

Şaşırtıcıdır ki, Batılı yorumcular ve yazarlar Hizbullah ile El Kaide’ye derinlemesine bakmayı denemeksizin bu mukayeseyi yaptılar. Maalesef bu, İslam Dünyasının yanlış anlayan bir kısmı ile Batı’daki ortak görüntüdür. Bunu politikacılar ve askeri komutanlar arasında dahi görmekteyiz, özellikle Amerika’da.

Ekim 2003’de Kuzey Irak’ta bulunduğum sırada bir Kürt yetkili bana, Sünni ve Şii mezhepleri bile ayırt edemeyen yüksek rütbeli bir Amerikan komutanın bilgisizliği sebebiyle şok edildiğini anlatmıştı. Bu yetkiliye göre bu gibi bilgisizliklerin ana sebeplerinden biri Saddam rejimi sonrası Irak’da hüküm süren anarşiydi. Biz niçin Nasrallah bir diğer bin Ladin değildir sorusunu yöneltiğimizde öncelikle söylemek zorundayız ki Sünnileri ve Şiilerin dini ve politik düşüncelerinde birçok farklılıklar vardır. Bu köşe yazısında bu farklılıklar hakkında konuşmak çok zordur ama söylemek zorundayız ki Hizbullah’ın ideolojisi İslam’ın Şii geleneğinden, özellikle Ayetullah Humeyni ve İran’daki diğer alimler tarafından ileri sürülen Velayet-i Fakih anlayışından kaynaklanıyordu. İran İcra Heyeti sekreteri ve eski Devrim Muhafızları kumandanı Mohsen Rezai Ağustos başlarındaki demecinde, ‘İran Hizbullah için bir model ve örnektir. İranın inancı, taktikleri ve tecrübeleri Lübnan’da pratiğe konuluyor. Hizbullah taktik ve moral destek için İran’a bakar. Ve biz onur duyarız ki tecrübelerimiz diğer Müslüman ülkelere hizmet ediyor’ demişti. Nasrallah İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’e onun dini lideri olarak bakar ve dini bağlamda ona uyar, politik kariyere sahip olmayan Sünni din adamları gibi.

Nasrallah’ın kendisi bir din adamıdır. O hayatının bir dönemini Irak’ın dini merkezlerindeki eğitimi ile geçirmiştir. 1970’lerin ortalarında o, Irak’ın Necef şehrindek Şii havzaya Kurani ilimleri öğrenmek için hareket etti. Onun eğitiminin ilk kısmı 1987’de, Iraklı yetkililerin zorlamasıyla ayrılmasından önce, tamamlanıyordu. Hizbullah’a bağlılığı devam etmesine rağmen 1989’da Nasrallah bir fakih olma çabalarını öğreniminin ilerlemesine katkıda bulunacak olan İran’ın kutsal Kum kentine geçerek sürdürdü. Bin Laden İslami eğitim almadı ve onun düşünceleri Kuran’dan ve tefsirlerin katı versiyonlarından kaynaklanıyordu. O çoğunlukla aşırı uçta birisi olarak görülür, özellikle Müslüman olmayanlara ve kişisel özgürlüklere karşı. Bin Ladin’in mantığındaki anahtar unsur herşeydeki farklılıkları reddediştir ki bu onun duruşunun ve eğilimlerindeki uzlaşmayan ve esnek olmayan halin sebebidir.

Nasrallah’ın mantalitesini değerlendirdiğimizde görürüz ki, o farklı düşüncelere açıktır ve bin Ladin gibi kapalı düşünceli (fikri sabit) değildir. Nasrallah daha evvelki bir röportajında bir çok kitap, özellikle, Ariel Sharon’un otobiyografisi ‘Memoirs of Sharon’ ve Benjamin Netanyahu’nun ‘A place under the Sun’ dahil olmak üzere, politik aktörlerin hatıralarını okuduğunu ve düşmanları hakkında bilgi sahibi olduğunu söylemişti.

Onun farklı tarzının bir diğer örneği, Hizbullah savaşçıları Güney Lübnan’daki güvenlik kuşağı olarak anılan bölgeye Mayıs 2000’de İsrail aniden geri çekildiğinde girdikleri zaman onları, işgalci İsraille işbirliği yapmış, bir çoğu Hıristiyan olan kişilere yönelik gerçek bir öfkenin olmasına rağmen hiçbir Lübnanlı kadın veya erkeğe zarar verilmemesi için güçlü bir şekilde ikaz etmesiydi. Haziran 2000’de Güney Lübnan’da idim ve bazı Hizbullah savaşçıları bana, İsrail askerlerinin arkadaşlarına işkence etmesine yardım eden bazı işbirlikçileri öldürmek istediklerini söylediler. Orada hain olduklarını düşündükleri Hıristiyan köyleri bile vardı. Nasrallah, yine de, bu köylere bir zulüm yaparlarsa adamlarını büyük cezalarla uyardı.

Ben hatırlıyorum ki Nasrallah bu sebeple Lübnan’ın tüm politik güçlerinden büyük takdir aldı. Bundan başka İsrail’in geri çekilmesinden sonra onun grubu diğer rakip gruplara karşı onları asla silah kullanmakla tehdit etmedi. Biz Hizbullah’ın Lübnanı bir sivil savaşa bulaştırmama düşüncesini anladığımızda onun vatandaşlar arasında sahip olduğu müspet imajın nedenini anlayabiliriz. Beyrut Araştırma ve Enformasyon Merkezi tarafından 26 Temmuzda, Lübnan ile İsrail arasında savaşın başlamasından sonra açıklanan bir kamuoyu yoklamasına göre Lübnan halkının %87’si Hizbullah’ın İsrail’e karşı savaşını desteklediğini ifade etti, bu Şubat ayındaki ankette göre %29 oranında bir yükseliştir.

Daha dikkat çekicisi, bununla birlikte, Hizbullah’ın direnişine Şii olmayan toplumlardan gelen desteğin seviyesidir. Sünnilerin %89’unun, Dürzilerin %80’inin yanında Hıristiyanların da %80’i Hizbullah’ı desteklediğini açıkladı. Temmuz 2005’de açıklanan bir başka ankete göre Hıristiyanların %74/ü Hizbullah’ı bir direniş örgütü olarak görüyordu.



Yazar Al Ahram Gazetesi’nin Türkiye temsilcisi olup Gürkan Biçen’in İngilizce’den tercüme ettiği yazı The New Anatolian isimli siteden alınmıştır.


www.thenewanatolian.com/opinion-12546.html

Hiç yorum yok: